Uzun bir aradan sonra yeni bir merhaba,
12.Haziran.2014'de sekiz aylık bir çalışma sonunda tiyatro oyunumuzu sahneleyecektik. Son haftalarda yoğun tempolu provalar sebebiyle yazamadım. Sonrasında 9 Temmuz da Fox TV için bir yemek programı çekimimiz vardı, bu defa da onun hazırlıklarıyla uğraşmaktan yazamadım. Malum konsantre olamıyor insan kafada başka meşguliyetler varken. Derken her şey bitti, epeyce yorulmuş olduğumu hissettim. Yazın ortasıydı, rehavete düştüm. Kafamda hiç bir şey olmasın biraz boş boş dolanayım diyerekten, bir yaz tatili molası verdim. Spor, güneş, deniz, tavla, gezme tozmalardan oluşan bir paket programa dahil ettim kendimi uzunca bir süre. Bu esnada uzun zamandır kendini hissettiren spor sonrası acılarım (ki bu tür acıların nazıyla oynamadım hiç, üstüne gittim nasılsa geçer dedim, çoğu geçti, bu acıya da aynı muameleyi yaptım ama mendebur çetin ceviz çıktı) giderek çoğalmaya başladı ve bir gün spor salonunda, yerde, egzersizlerimi yaparken, müthiş bir acıyla kilitlendim ve ters dönmüş kakalak gibi kaldım. O gün bu gün doktor doktor geziyorum. Her zaman öğündüğüm spor performansımın tavana toslamış bir süper ego efsanesi olduğunu anladım. Bilinçsizce yaptığım spor bel omurumda iki tane fıtığı pörtletmiş, kenarlarda kireçlenmeden mütevellit adeta kulak gibi çıkıntılar hasıl olmuştu. Arkamda gözüm var diyemeyeceğim ama artık kulaklarım olduğu kesindi. Ha bir de bacak kemiğiyle leğen kemiğinin birleştiği yerde kıkırdak dokuda da tahribat var mıymış sana. Kısacası ötmüşüm de haberim yokmuş.
Bel fıtıklı insanlarla çok karşılaştım ama başa gelmeyince ne menem bir rahatsızlık olduğunu anlamıyor insan. İki ayağını kullanarak hiç bir sıkıntı hissetmeden yürümek ne büyük bir erdemmiş yahu. Acılar içinde kah tıp, kah alternatif tıp hepsinden faydalandım ama bir gram düzelme yaşamadım. Çünkü dinlenemedim.
İlk gittiğim doktorla aramda geçen diyalogu sizlerle paylaşmak isterim. Nev-i şahsına münhasır sayın doktorum iki elini yumruk yaparak ve yan yana getirerek, omurlarımın uzunca bir süre bu şekilde yani yatay pozisyonda kalması gerektiğini, yatmanın ve dinlenmenin bu hastalığın tedavisinde ne derece önemli olduğunu anlattı. Omurlarımı temsil eden yumruklarını bu defa üst üste koyarak da, en az 20 gün zaruri ihtiyaçlar dışında, asla bu şekilde yani ayakta olmayacaksın, yatacaksın dedi. Çok güzel, zaten bunu bedenim de bana söylüyordu, sürekli uzanma ihtiyacı hissediyordum. "Tamam" dedim "o zaman istirahat vereceksiniz bana". "Hayır" dedi. "Prensibim değil" Ha? Ne? Nasıl yani? Şaka mı bu, ne prensibi, böyle prensip mi olur yahu" dedim. "Kusura bakmayın yazamam valla" dedi, fakat fizik tedavi yazdı, "Onu da mesai sonrası bir saate yazarız, işinizi engellemez" dedi. Devlet memurları istirahat haklarını, izin mantığıyla kullanmak isteyip, doktorları bezdirdiklerinden kendine böyle bir prensip koymasını bir yerde anlıyorum ama, yıllarca tıp eğitimi almış, bunca yıl doktor olarak tecrübe etmiş, hadi hepsini geç, altmış küsur yıllık yaşamışlığıyla, gerçek hastayla çakma hasta arasındaki farkı, tahlil edebilmesini ve görebilmesini umardım. İnsan sağlığının önünde hangi prensip geçerli olabilir. Lafın özü, acı çekerek hem işe hem fizik tedaviye gidip geldim. Sonrasındaki kontrolde, ki bu yere çömelip kalkmadan ibaret bir kontroldü, geçer not verdi bana ve kendince beni iyileştirdiğini düşünüp dosyamı kapattı. Değişen hiç bir şey olmadı, üstelik öbür tarafa da sıçrayarak daha da arttı. Tedavimi Tıp fakültesine taşıdım ve orada devam ediyorum. Demem o ki, belki her hafta yazamayacağım ama yeniden görüştüğümüze sevindim canlar.
Yaş kemale erdi, artık benim de muhabbet konularımın ilk sırasını sağlıkla ilgili olanlar işgal ediyor, hatta tatil adreslerim de artık kaplıcalar olarak değişti. Bu süreçte matrak konular da gelişti haliyle. Bir sonraki yazımda da onlardan bahsedeceğim kısmetse. Yaşadıklarımızdan çıkarımlarımız, yaşamadıklarımıza ışık tutar. Ben de bu hastalık esnasında öğrendim ki, prensip sahibi olmak adamı rezil de eder, vezir de. Kiss all of you'nuzu.