Ah hayat!

Abone Ol
Kasıma da girdiğimize göre kışın eşiğine geldik demektir… Nazım’ın dediği gibi, gerçekten de “Acayipleşti havalar…” Her geçen gün tenimizi yakan sıcağı biraz daha azalsa da, güneş, aynı ışıkla gülüyor yüzümüze… Yapraklar yeşili terk edip oksit sarıdan gülkurusuna, ateş kırmızısından kehribara, sütlü kahveden pas rengine solgun renklerin bin tonuna bürünüp ayaklarımızın dibine düşmese, geçip giden güzden de haberdar olmayacağız neredeyse…  Çırçıplak yalnızlığa bürünen ağaçlar, Oktay Rifat’ın, kuşlar gibi konacak dal arayan hatıralarına kucak açmaya hazırlanıyor…
 
Ah o hatıralar… Kuzey rüzgârlarıyla çalkalanan denizin laciverdi renklere büründüğü bir sonbahar günü… Ağır ağır kayaları döven dalgaların müzikli sesine, rüzgarın denizden kaldırıp çiy tanesine dönüştürerek yüzüme taşıdığı serinliği eşlik ediyor… Bir kadınla bir adam yürüyor önümden… Aniden kayada patlayan dalga, ak köpüklerle yükselip üzerlerinden aşıyor dalgın sevgililerin… Neşeli bir kahkaha atan adam yumuşacık bir sesle, “Karadeniz kutsadı aşkımızı, kutsal sularıyla ruhumuzu yıkadı” diyor kadına… İçimden yükselen “İşte sırılsıklam bir aşk bu” sözleri oluyor…
 
7 KASIM ÖMRÜMÜN EN MAVİ GÜNÜDÜR
Yıllar sonra bu yazıyı kaleme alırken bir film sahnesi gibi gözümün önünden geçen görüntüler kafamda sorular çoğaltıyor… O kadınla o adam, şimdi de aynı sevgiyle bakıyorlar mı acaba birbirlerinin yüzlerine? O sahilde, şiirli düşlerin peşinden, aynı coşkuyla yan yana yürüyebiliyorlar mı yine? Karadeniz’in ak köpüklü dalgaları hâlâ kutsal mı acaba onlar için, can yakan bir hatıraya mı dönüştü yoksa? Her şey bitti de, Turgut Uyar’ın “Bir kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın / Urban içinde üşüyüp üşüyüp kaldığımızın” dizeleri mi kalmıştır yoksa geriye? Ah hayat…
 
Anılar denizine daldık ya, boğulup kalma pahasına devam edelim o halde… Bu yazıyı kaleme aldığım 7 Kasım ömrümün en mavi günüdür mesela, beni mavi düşlere en çok salan gün… Nasıl olmasın? Eylül karanlığının tüm hışmıyla sürdüğü, derin sessizlik günleri… Anayasa oylaması yapılacak ülkede… Tiranlar tek seçenek olarak boyun eğmeyi önümüze koydukları için karşı propaganda yasak… “Hayır” diyen ses içimden bir mavi dalga olarak yükseliyor… Bir kutu mavi tebeşir buluyorum bir yerlerden… Dağa, taşa, evlerin, işyerlerinin duvarlarına hiç usanmadan yazıyorum: “7 Kasım’da mavi…”
 
GERİ DÖNÜŞ YOK MU SAHİDEN
Yalnızca evlerin duvarlarını değil dünyayı maviye bezeyecek aşkla dolu olduğum o zamanlar, Cemal Süreya’nın, “Hayat hiç mavi yerinden vurmadı… Çünkü ben maviyi beyazı koruyan masumiyet olarak tanırım, karanlığı görünür kılan bir renktir mavi, öyle bilirim… Sürükleyendir, bitmeyendir…” dizeleriyle buluşmuş muydum, bilmiyorum… Şimdi her 7 Kasım’da bu dizeler düşer aklıma… Her 7 Kasım’da, mavi, hüzünler çoğaltarak da olsa, renk olmaktan çıkarı, biraz daha huy olur ben de… İçimde biraz daha köklenir dinmeyen sevdam…
 
Aslında bambaşka şeyler yazacaktım… Yazı aldı başını gitti, bir düş gezginine çevirip eski defterlerin, dinmeyen hatıraların arasına attı… Kanayan bir yürekle dolaştım oralarda… Her satırında ayrı bir keder biriktirdim… Sonra yine maviliklere aktı gönlüm, adalı düşlere daldım… Durduk yerde annem geldi aklıma, kimselere göstermeden döktüğüm gözyaşlarım… Ve ille de Hrant, ille de İlhan Erdost… Uçuşuyor hatıralar kafamda… Ömrümün yine bir kasım ayında başlayan isyan günleri, “Gemileri yaktık geri dönüş yok” haykırışları arasından beliriyor… Ah hayat… Geri dönüş yok mu sahiden?