Ahmet Öztürk
Bizi, hiç beklemediğimiz zamanda, bir büyük yalnızlığın içine atarak yıldızlara ağan Kaya ağabeyi anlatmaya nereden başlayacağımı, yazıya hangi sözcüğün neresinden gireceğimi düşünüyorum kaç saattir…
Düşünüyor, bulamıyorum… Sözün tüm açınımlarıyla çok yönlü bir kişilikti o…
En çok bilinen hukukçu yanından söz etmeye kalksam, Zonguldak Baro Başkanı Kerem Ertem’in tabutu başında dile getirdiği sözlerin yanında çırak kalacağı kesin kelimelerimin…
Sözü erbabına bırakarak kalemi ehline teslim etmek en doğrusu bu hususta…
Çapımı biliyorum, bir hukukçuya, arkasından, “Bir mücadele adamıydı. Mücadelesini mesleğini kullanarak değil, mesleğini büyüterek yüceltendi. Avukatlık mesleğini ilkeleriyle anlatır, ilkeleriyle yaşatır ve bize hep tekrarlatırdı” dedirten bir hukukçuyu, doğru tanımlayacak sözcükleri bulabilecek mahareti göremiyorum kendimde…
Avukatlığı adliye ile yazıhane arasında laf cambazlığı yaparak dünyalığını doğrultma sanatı olmaktan çıkarıp, hak arama, hakkı teslim etme mücadelesine dönüştüren gerçek bir savunmanı anlatmak bencileyin bir yazı heveskarı için zor bir iş ayrıca…
Buna bir de avukatlık yazıhanesinden daha çok; her yana yayılmış kitapları, duvarları bezeyen özlü sözleri, şiir tablolarıyla bir kültür merkezine dönüşen bürosuna uğrayıp da talep ettiği yardımı alamayan bir Allah’ın kulunun kalmadığını ekleyince, cüretimin bir cahil cesareti olduğu çıktı ortaya…
Hukukçuluğunu bir kenara koyup düşlerini anlatmaya başlasam diye düşündün bu yüzden, bu kez de hangisinden başlayacağımı şaşırdım…
Kaya ağabey, ta öğrencilik yıllarında içine dolan, “Savaşsız, sömürüsüz bir dünya” gibi büyük bir düşün peşinden, 78 yıllık ömrü boyunca hiç ayrılmamış bir “düş adamdı” zira…
Bütün Zonguldak tanıktı ki, tüm sol, sosyalist kuruluşların, sendikaların, başı sıkışan devrimcilerin gönüllü savunmanıydı… Hiç vekâlet almaya bile gerek görmeden dilekçelerini yazdı, düzeltti, başvurularını yaptı, yol gösterdi, önerilerde bulundu engin bir gönülle…
Yetinmedi, cübbesiyle protesto gösterilerine katıldı, emeğin, mağdurun, hakkı yenmişin, haklının yanında oldu her zaman…
Deniz Gezmiş’in üniversitelerde yaptığı ilk boykotlarda girdiği kolundan, hiç çıkmadı son nefesine kadar… Onların düşlerine kadar hep sadık kaldı…
BULUNDUĞU HER YERE ŞİİRİN BÜYÜSÜNÜ DE TAŞIRDI
Sonra hep şiirli düşlerin peşinde koşan bir şiir adamdı o…
Cebinde dizeler taşırdı daima… Sohbetin en koyu yerinde inci gibi yazıyla kaleme aldığı şiirleri çıkarır, şiirin büyüsünü yayardı ortama…
Onunla oturup içilen iki kadeh rakı, gönlü zengin kılmanın, kendini iyi hissetmenin en kestirme yoluydu…
Durmadı, barış, kardeşlik düşü kurdu ömrü boyunca… Ülkesinde huzur olsun istedi, kimsenin kimseyi hor görmediği, herkesin tok yattığı, yarın endişesi duymadığı sevgi dolu bir dünya umut etti ömrü boyunca…
En büyük düşü de gerçek bir hukuk devleti olmasıydı ülkesinin… Bir hukuk insanı olarak, hukukun bu kadar kaba şekilde ayaklar altına alınması, hukuka aykırı işlemlerin bu denli kolay yapılması kahrediyordu onu…
Bitmedi, ömrünün en olgun yaşlarında torunuyla birlikte çocuk düşlerine geri döndü yeniden… Masallar, oyunlar, tekerlemeler, şiirler biriktirdi onunla, hayatı bir başka boyuta taşıdı adeta…
Şimdi hangisini anlatayım ben bu düşlerin… Her biri bir başka gönül yüceliğine karşılık gelen bunca duyguyu anlatmaya benim yazı yeteneğim de, sayfaların sınırı da yetmez ne yazık ki…
HAYATIN EN NAMUSLUSUNU YAŞAYANLARDANDI
Zonguldak’a duyduğu katıksız sevgiyi anlatmak en iyisi olacak galiba diye düşündün en sonunda da…
Aklıma gelir gelmez de vaz geçtim…
Kilimli bambaşka duyguların yeri, kendini var eden bitimsiz sevginin adıydı onun yaşamında… Arslan kayası, Hisararkası, Deniz Kulübü, dar sokakları, tozlu yolları, her biri gönlünde bir başka yer tutan insanlarıyla anılarının başkenti olduğu kadar, unutulmaz dostlukların anavatanıydı da…
Zonguldak’sa yüreğinde hiç dinmeyen bir sızıydı, kaybolan güzelliklerine, yitip giden değerlerine ağıtlar yaktı bu yüzden… Kesilen her ağacı, betonlanan her karış toprağı, yıkılan her yapısı bir başka tortu bıraktı içinde…
Gürül gürül sokaklarıyla umdun başkenti olan kentinin, ışıksız, mecalsiz hale düşmesini büyük bir hüzünle seyretti…
Onun gönlündeki bu yarayı, üstelik Kilimli’yi pek az bilen biri olarak nasıl alabilirdim ki kaleme?
Anladım ki her meslek gibi yazı adamlığı da, belki de hiç beceremeyeceğim kadar zor bir zanaatti…
Ömür boyu dostluklarına hep sadık kalmış, olduğu her ortama güzellik katmış, hayatın en namuslusunu yaşayarak herkesin takdirini kazanmış bir insanı anlatmak, belli ki, benim gibi acemi bir yazıcının işi değildi...
Ah Kaya ağabey, ölümüyle bile dersler veren zarif, çelebi insan, o yüce hatırana gölge düşürmeden seni anlatmayı hiç beceremeyeceğim anlaşılan…
Susup anılarımızın önünde saygıyla eğilmek en doğrusu bu yüzden…
Ah Kaya ağabey ahhh…