Aklım almıyor artık

Abone Ol


Gümeli Porsuk ağacı Zonguldak’ın simgesi haline gelmişken şimdi o bölgede nereden çıktı altın arama işi? Üstelik yeni bir iş gibi de görünmüyor! En az 2 yıldır bu arama devam ediyormuş güle oynaya… 

Gümeli ormanlarına gittiğimizde “bu toprağın üzerine taş bıraksan baş verir” diye bereketi üzerine düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa insan bereketsizliğinin, hırsıdır altın. Ve siyanürsüz madenciliği yapılmaz diyor bu işin Eğilleri. “Dünyanın en güvenli sayılan siyanürlü altın işletmelerinde bile çevre felaketleri gözlenmiştir”, deniyor kaynaklarda. 

05.02.2017 de haber yapılmış zaten. Türkiye gazetesinde. “ABD'li şirket Zonguldak'ta altın aramaya geliyor”, diye müjdelenmiş adeta!

Bu bilgiler birçok kişi gibi benim için de yeni. Açıkçası bu kadar da olmaz dediğimiz her şey oluyor. Tam bu konuda yazmaya başlıyorum: Emine Bulut cinayeti ile irkiliyor herkes. Ardından medya da her gün yeni bir kadına-çocuğa yönelik şiddet haberi duyulmaya başlanıyor. 

Gündem zaten çok can sıkıcı… Kişisel gündemler de sıkıntılı. Kime sorsanız hayatın bir tarafında boğuşuyor kafası, belli. Kimse diğerlerine merhem olamayacakmış gibi bir görüntü yaşıyoruz uzun zamandır. Moral vermeye çalışmak çoktan tüketilmiş bir yol. İnsani değerlerimizde epeydir bir bocalama hali. Çünkü uzun süredir millet olarak bildiğimiz tek kelimenin egemenliği var üstümüzde: “Olağanüstü”

“Olağanüstü” olağanlaştı.

-Nasılsın? Sorusuna “Olağanüstü olağanım” diyebilirim. Böyle iki zıt kelime yan yana yeni bir anlam oluşturuyorsa buna oksimoron diyorlar. Bilmiyorsanız yeni bir tanım size ilginç gelebilir diye yazdım. Fakat biliyorum ki çoğumuz için yeni diye bir şey heyecan verici olmaktan çıktı. Çünkü yeni olan şeylerin altından neredeyse hep sadece yeni sorunlar çıkıyor.

Gümeli Porsuk ağacı tam 4115 yaşında. Yani henüz bizler hayatta yokken onlarca insan kuşağı öncesinde vardı. Şimdi tam da genel anlamda bizim kuşağımız yaşamda etkinken bu koca bilge ağacın varlığının her zamankinden daha çok tehdit altında olduğunu bilmek ne acı. 

Her gün yeni bir kadına-çocuğa yönelik şiddet haberi duymak ne acı. 

Üstelik bu tür doğaya ve insan doğasına dair olumsuzlukların altında yatan temel nedenlerin başında zayıflamış değerler sistemi gelir. Temel olarak değerler sistemi dediğimiz ortaklaşa oluşturduğumuz son derece yaşamsal olan ama çoğu yazılı olmayan toplumsal anlaşmalardır. Zedelendiğinde herkes her şeyi sorumsuzlukla yapabilirim demeye başlar. Olağanüstü olağanlaşanda bu…

Normalde yazdıklarımda ahlak dersi gibi şeylerden kaçınmaya çalışırım. Hayat boyu yeteri kadar maruz bırakıldığımız yazılı-yazısız kurallar silsilesine bir vurgu daha yapmak sıkıntılı geliyor. Sürekli yakınıp durmakta öyle…  

Aslında bayılmıyorum da yazmaya! Yazmaktan çok okumak isterdim uzun bir süre. Örneğin son dönemlerde Prof. Dr. Ahmet Arslan, Prof. Dr. Doğan Göçmen, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi, Hakan Yücefer, Oğuz Haşlakoğlu, Dr. Örsan Öymen, Ertuğrul Uzun, Zeynep Direk, Nami Başer, Dücane Cündioğlu, Ali Artun, Ali Atay gibi birçok akademisyen ve aydınımızın çalışmaları ilgimi çekiyor. Onları daha derinlemesine anlamaya çalışmak daha ilginç geliyor. Bilgi birikimleri ile saygı duyduğum bu kişilerin tartışmalarında hayatı sorgulamak daha keyif veriyor bana. Ne ki onların gündemine de hakkını vererek yoğunlaşabildiğimi söyleyemem.

 Ülkemizi ileri medeniyetler seviyesine çıkarmanın yolu maden sahaları için ciğerlerimiz ormanlarımızı elden çıkarmak olabilir mi hiç? Daha kadın ve çocuğun yaşamdaki yerini garanti edememiş bir topluluğun ne tür bir gelecek ülküsü olabilir ki? 

Olağanüstünü olağanlaştırmaya devam edersek bırakın bendenizin önemsiz yakınmalarını sonuçta kimsenin herhangi bir yakınmasının önemi kalmayacak. Laf lafı bile açamayacak.