Aklımızdan zorumuz mu var?

Abone Ol
 
Çocukluğumdan beri içimden hiç gitmeyen edebi hazlardan olacak, sanatçı, denince şairler gelir aklıma ilkin… Sıradan sözcükleri imgelere bezeyip bambaşka anlamlara dönüştüren şairler, söz büyücüsüdür nezdimde… Renklerin büyücüsü de elbette ressamlardır… Onlar da doğada var olan renk, şekil ve görüntülere, iç dünyalarının ışığıyla yeniden şekil verip sererler önümüze… Bir ağacın kabuğundaki çatlak, ya da yaprağındaki bir damardan yola çıkıp koca bir ormanı; yan yana getirdikleri birkaç renk ve desenle dünyanın, hatta tüm evrenin sırrını tuale nakşedebilirler…
 
Maharet kadar, bilgi ve yaratma gücünün de payı çoktur bunda… Sıradan insanlardan çok farklı ışığı olan sanatçılar, bizden bambaşka bir gözle bakarlar dünyaya… Hiç farkında bile olmadığımız bir sesi, bir yerlerden yansıyan görüntüyü, usulcacık esen rüzgârı, rüzgârın taşıdığı kokuyu yahut bir yerlerde kanayan yarayı, kendi yaralarıyla buluşturup estetik bir nesneye dönüştürebilir bir anda… Ya da içlerinde olgunlaşmasını bekleyip, yerin derinliklerden süzülerek gelen billur sular gibi, yunmuş arınmış olarak çıkartırlar ortaya… Bu yüzden de yaratıcılıkları çok şaşırtıcıdır…
 
BU KADAR GÜZEL, BİR O KADAR DA GÖZDEN UZAK
Çaycuma’da 24-31 Temmuz tarihleri arasındaki resim çalıştayında ülkenin değişik yerlerinden 17 ressamla tanışma olanağı buldum, siz 17 ayrı dünya deyin buna… Renklerin peşinde geçen bir hafta çok öğreticiydi… Ben de boş durmadım elbette, fırsat buldukça, bölgeyi tanıttım… Gözümden baktıkları Çaycuma ve çevresi büyüledi konuklarımızı… Safranbolu ve Amasra’yı biliyorlardı bir parça da, Çaycuma, Filyos ve Yenice vahşi güzellikleriyle büyük bir sürprizdi… Bu kadar doğal güzelliği, tarihi ve kültürel birikimi olan bölgenin, bunca gözden ırak kalması, en az gördükleri kadar şaşırtıcıydı...
 
Benden duydukları da şaşırttı konuklarımızı… Bazı şeyleri anlatırken kekeledim, doğa düşmanı projelerin önüne geçememek, büyük bir gönül yükü olarak üzerime abanıyordu çünkü… Çaycuma’dan Filyos’a giderken, deli akışlı ırmağın etrafında çılgın bir yeşile bürünerek uzanan yerlerde fabrikalar, santraller planlandığını söylediğimde inanmaz gözlerle baktılar yüzüme… Yenice Şeker Kanyonu’ndaki suların uğultusuna karışan sesimle burada bir HES projesi geliştirildiğini söylediğimdeyse şaşkınlıkları doruğa ulaştı…  Soğuk duş etkisi yapan sürprizlerim bunlarla sınırlı kalmadı ne yazık ki…
 
PROJELERİ ANLATINCA DALGA GEÇTİĞİMİ SANDILAR
Konuklarımız Safranbolu, Bartın arasındaki orman tünelinin büyüsündeyken, vadinin baraj altında kalacağını söylediğimde dalga geçtiğimi sandılar… Öyle ya, böyle bir cennete kıymak için deli olmak lazımdı… Kaya mezarı gibi yükselen baraj gövdesini görünce ancak inandılar sözlerime… Amasra daha da inanılmaz geldi onlara… Bakacak tepesinden izlerken, aynı yerde, Fatih’in lalasına söylediklerini anımsattım, mecburen termik santral projesinden söz ettim ardından da… Yeşilin, maviliklere benzersiz bir güzellikle aktığı santral bölgesini gösterirken, kulağıma dolan “Pes artık” sesleriydi…
 
Esas fecaatse Zonguldak’ta yaşandı… “Buralara kadar gelmişken Zonguldak’ı görmeden gitmeyelim” diyen bir grup, benden habersiz geldikleri kentten nasıl kaçtıklarını, “Sakın gitmeyin” tembihiyle anlatıyordu arkadaşlarına… Yüzüm kızardı, her köşesine ter akıttığım kenti bu hallere düşürenlere isyan ettim… Bir de tüm kıyılardaki korumanın kaldırılıp, dileyenin Zonguldak’ta istediği yere endüstri tesisi kurabileceğini, milletvekillerinin bu konudaki açıklamalarının, gazetelerde, “müjde” başlıklarıyla verildiğini söylemedim kimseye… Aklımdan zorum olduğunu düşünebilirlerdi çünkü…