Kendimizi ne kadar tanıyoruz ve tanıdığımız sahiden de kendimiz miyiz?
Hücrelerimizde yerleşen, kimyamızı şekillendiren, hayata bakışımızı belirleyen unsurların farkın damıyız, yoksa öğretilenler belki de dayatılanlar üzerinden yuvarlanıp gidiyor muyuz? Damarlarımızda akmakta olan kanın dokumuzla olan uyumunu, önemsiyor muyuz?
Ulusların kendilerine özgü kültür yapıları, yaşam yolculukları ve hayatı algılayışları vardır. Gündelik yaşamın içinde, kıstas aldığımız değerlerin, kendi mayamızdan olmasının önceliğini kavrıyor insan, yönünü çevirdikleriyle dokusu tutmadığında. Özendiklerimizle değil, içselleştirebildiklerimizle tamamlanıyor şahsiyetlerimiz. İçeriye yapılan her yolculuk, şifreler çözüldükçe değerleniyor. Modern dünyaya ayak uydurmak adına, üzerimize hiç uygun olmayan karakteristik giysilerin içinde bir kukla gibi arzı endam etmektense, var olan donanımımızın içeriğini algılamaya çalışmak, sanırım çok daha önemli ve bize uygun bir yol ve yöntem. Belki törpülenmesi gereken çok yanımız var, emek verdikçe anlamlaştığımızı bilme adına, uğraşmaya değer diye düşünüyorum. Yontacaksak da kendimizi kendimiz yontalım, karıştırmayalım kendini bilmeyenleri işimize gücümüze.
Topraklarımızdan fışkıran cevherin, yani öz kimliğimizin içine dokusu tutmayan çeşitlilik kattığımızda, ortaya çıkan biyolojik dokunun tanımını da yapamıyoruz doğal olarak. Ne biz gibi ne de bizden gibi oluyor, bambaşka bir ruha bürünüyor insan. Köklerimizin derinliğini ne kadar çabuk içselleştirirsek o kadar sağlamlaşacak kimliğimiz, kişiliğimiz. Özünü kavrayabilirsek elbette, zira köklerimizin kimyasıyla da az oynanmadı hani.
Osmanlının torunları olduğumuzu söylerken bile, soy ağacımızı incelediğimizde şu an var olan toprak kültürünün çok daha ötesine uzanan köklerimizin, bizleri yapılaştıran hücrelerini daha iyi kavrayabiliriz diye düşünüyorum. Zenginliğimiz geçmişimizin ayrıntılarında, dünya üzerindeki kültürler açısından mozaik olarak başı çekenizdir herhalde. İçselleştirdiğimizde, toprağımıza yüzümüzü döndüğümüzde, bizdeki kerametin ne denli farklı ve zengin olduğunu da görebiliriz.
Tarih sayfalarında, bilmediğimiz, anlayamadığımız, algılayamadığımız gerçekliklerin etiyle kemiğiyle bizim olduğunu bilirsek, ileriye dönük yenilikçi ama yine bizi anlatan özel kılan kişisel yapılanmanın da yolunu açabiliriz. Zira yaşadığımız topraklarda birbirine düğümlenen soruların cevapları da cehaletimiz ve tahammülsüzlüğümüz yüzünden siliniyor zihin arşivimizden.
Doğru her ne kadar tek gibi bilinse de büyük olasılıkla doğrular zaman içinde değişebiliyor. Bu elbette menfaatler çıkarlar söz konusu olduğunda çok daha çabuk şekil değiştirse de olması gereken ve asla esnemeyecek olan doğruları kurtaramıyor yine de. Zihnimizin bulanması da bundan olabilir kanımca.
Değer yargılarını oluşturan yaşanmışlıklardan, süzülerek damıtılan öğretiler, toplumlar üzerinden ele alındığında çeşitlilik arz edebilir. Bize doğru gelen, bir kabulleniş bir başkası tarafından yok sayılabilir ve hatta yanlış bulunabilir. Bu demek değildir ki vazgeçeceğiz doğrunun mücadelesinden.
Toplumların gelişebilmesi, içinde birlikte yaşanan toplulukların birbirlerini kabullenişleri ve birbirlerinden farklı bakış açılarıyla zenginleşmeleriyle de ilintilidir. Ne kadar çok farklı düşünceler üretilirse, fikir çatışmaları kaçınılmaz olsa da medeniyete yüzünü dönmüş topluluklarda bu bir kazanımdır diye düşünmekteyim.
Toplumları birbirinden ayıran kültür zenginlikleri olmalıdır, bu zaten başlı başına bir zenginliktir ayrıca. Toplumu kendi içinde birleştirici kılan ise içinde barındırdığı kültür çeşitliliğidir.
Anadolu’nun özüne indiğimizde, günümüzde dahi övgüyle zikrettiğimiz birbirinden kıymetli değerlerimizi, kuşaklar sonrasına aktardığımız yol göstericilerimiz olarak başa koyduğumuzu düşünürsek, köklerimizin ne denli değerli olduklarını anlayabiliriz. Çok çeşitlilik kavramının bir kültür mozaiğine dönüşmesi bizler için velinimettir. Buradaki en önemli nokta sahiplenebilme cesareti ve erdemidir herhalde.
Cumhuriyet kültürünün bizlere açtığı modern dünya kapısından içeri girdiğimizde, kendiyle çelişen kültürel tutuculuğu yanlış biçimlendiren zihniyet fukaralığından kurtulabilmek, öyle kolay üstesinden gelinebilecek bir yolculuk değildi. Buna rağmen köklerini sağlamlaştırıp yüzünü ışığa dönebilmeyi becerebilen ender devletlerden olduk. Bunun için bu uğurda gayret gösteren Cumhuriyet kurucularına bekçilerine minnet ve şükran duyuyorum kendi adıma. Ulu Önder Atatürk’ün kelimenin tam manasıyla cehaletle verdiği savaş ne kadar önemli bir savaşmış bunu günümüz koşullarında daha iyi anlayabiyoruz. Bu günümüz bakış açısında zihin çelişkisi yaratsa da artık Globalleşen bir dünya da kendinizi gelişim denilen kavramdan soyutlamanız olası değil.
Uyum sıkıntısı çekiyor olmak ise zihinlerini aydınlatamayanların, yani dayatılanlarla yuvarlanıp gidenlerin inatçılığından. Kabullendiğimiz yeniliklerin sefasını sürerken işimize gelenler ve gelmeyenler olarak ayrıştırdıklarımızı dayatmaya kalktığımızda bocalıyoruz, bilmiyorum farkında mıyız bunun.
Köklerimizi derinleştirdiğimiz ve önemsediğimiz Anadolu’muzun zenginlikleri üzerinden anlamak ve algılamak ayrıcalık istiyor günümüzde. Çünkü sığlaşan algılar kendini rekabet denilen olguyla başa çıkamayacak düzeye çekiyor. Sorgulamadan yoksun miskinliğe yüzümüzü döndüğümüzde, gözü kör, kulağı sağır bir ilkelliğe de sığınıyoruz sanki.
Peki çıkış noktamızın merkezi olan Anadolu’muz da, bize her öğretisinde insan olabilmeyi aşılayan düşünürlerimizi, filozoflarımızı yeteri kadar anlayabildik mi? Onları kendimize rehber edindiğimizi söylediğimizde bile sahiden de o edebe erişebildik mi? Bilgi için o günün şartlarında dağları tepeleri aşan birbirlerine düşünür olarak çeşitlikleriyle fark atan o muhteşem edep zengini kültürü anlayabildik mi? Toplumsal olayları şiire, öyküye, hikayeye, romana nakış nakış işleyen o günün şartlarında bize miras bırakılan seyir defterlerini doğru okuyabildik mi. Yoksa kimyamızı bozma eğilimimiz, cehalet başlığı altında kanayan yaramız mı halen daha?
Bir Mevlana gibi büyük değeri, dünyada da markamız olan bir değeri sadece günü ve anı kurtarmak adına özlü sözlerden öteye taşıyabildik mi örneğin?
O özlü sözleri her sıkıştığımızda bir sakinleştirici ilaç gibi hem kendimize hem karşıda olana sunarken, ikram ederken, bizler ne kadar derinliğini kavrayabildik ve şifasına erişebildik.
“Kendi aynamızdan kendimize bakmadan, sadece karşıda olana ayna tutmanın yeterli olduğuna inanıyor musunuz halen daha?”
Ne kadar içselleştirdik de bizi özel kılacağına inandığımız sözleri, şuursuzca salladık muhatap aldıklarımıza. İçinde aşkın ateşini körükleyen, bir insan sevgisinin közüne dayanma riskini kaçımız göze alabiliriz var mı dürüstçe cevaplayacak olan. Ve o közlerin yangınlarında tüten sözcüklerin, asırlara kafa tutmasının altında yatan yaşanmışlığı kaçımız anlayabildik, algılayabildik.
Bunun için kendimizi ne kadar eğittik. Mevlana felsefesinin şifrelerini çözebilseydik, bugün ki bakış açımız bu mu olurdu, böyle sığ bakar mıydık hayata ve insanlara. O dönemin karanlığında ışık yakmaya çalışan birbirinden kıymetli düşünürlerin, bugünün karanlığında kendini boğan ve kabule geçen insanlara yani bizlere bakış açıları nasıl ve ne olurdu acaba?
Yunus emreler, âşık Veyseller, Karacaoğlanlar… Adını kültürümüzün Anadolu filozoflarının başına yazdıran kıymetini idrak edemediğimiz yüzlerce düşünür yüzlerce ozan ve evliyalar .
Cumhuriyetle birlikte altı dolu bir coğrafyada yeşeren birbirine zincirlenerek ışıldayan bir markayız biz. Dünlerde de bir markaydık bugünlerde de sadece biraz törpülenmemiz gerekiyor, kendimizi silkelememiz ve özümüzle kopmadan kol kola yürümemiz.
Kimyamızın içine katıklanan ve bizi biz yapan, toprağımızın çeşitliliğinde özel önemli kılan değerlerimizin, yeteri kadar idrakına varabilseydik ve onların ışığıyla yenilenen dünyaya yüzümüzü dönebilseydik, bugün birbirimizi daha iyi anlayabilir ve birbirimize daha iyi sarılabilirdik.
Nerede kopardık bağlarımızı ve ne arada bu kadar çabuk değişen kaypaklaşan bir samimiyetsizlikle yol alıyoruz. Kendi zeminimizi neden bozuyoruz, maksadımız ne bizim. Yüzyıllardır Anadolu gibi cevher fışkıran bir coğrafyada yetiştirdik bu topraklara imza atanları.
Osmanlıdan Cumhuriyete kadar, düşünüründen çizerine kadar, çalanından söyleyene kadar, askerinden komutanına kadar bizim köklerimizin tohumlarıyla gelindi bu günlere. Evet, yönünü şaşan haddini aşan olmadı mı peki, çok oldu olacaktır da bu yeryüzünün en büyük hastalığı, önemli olan tedavi edebilmek tedavi olabilmek. Din, dil, ırk gibi kavramların hükmünü yitirdiği, İnsan başlığı adı altında, bozulan insanlığın çirkin yüzüyle savaşmak sanırım sözün bittiği yer. Bu hırs arsızlığımızın önüne bundan böyle geçebilmek öyle kolay bir iş değil gibi gözüküyor. Kopuyor köklerinden toplumlar ve birbirimizin kimyasını bozuyoruz. Anlaşamamak için ne kadar gayretliyiz, birbirimize biçtiğimiz kostümler uymuyor kimliğimize, kişiliğimize. Toprağımıza su yerine zehir döküyor birileri, izin vermeyelim. kanımız asil, soyumuz özel ve ayrıcalıklı.
“Köklerin topraklarında, değerlerin yüreğinde ama başın her zaman dimdik ve yukarıda bilgide edepte olsun” öyle diyor Anadolu, olmalı da ayrıca, başka çare yok.