ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI

Abone Ol

Son yıllarda hepsi de Müslüman olan özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde Müslüman’ın Müslüman’ı “Allahuekber” nidalarıyla katlettiği sıkça görülür oldu. Madem Müslüman Müslüman’ın din kardeşi, o zaman İslamiyet’ten günümüze özellikle Arap olan Müslümanların kendi arasında ve “Arap olan Müslümanlar ile Arap olmayan Müslümanlar” arasındaki çatışmaların temelinde ne vardı? Peki, tüm bunların yanı sıra “Anadolu Müslümanlığı” diye bir şey var mıydı? Anadolu Halkı nasıl Müslüman oldu? Anadolu Halkının önceki dinsel inancı ile sonra kabulleneceği İslam inancı arasında yakınlık var mıydı? Vb. vb. Alaydan yetişme biri olarak tanıdığım din adamları ile bazı sorularıma cevap bulmaya çalıştığım bu bulgularımı siz değerli okurlarımla paylaşmak istedim…

Orta Asya’dan batıya doğru sürüler halinde akan Moğollar, İran’ı fethettiğinde saldıkları dehşet batıya, Rum ülkesine doğru yeni bir göç dalgası daha başlattı. Moğolların önünden kaçanlar, en güvenlikli bölge olarak Rum ülkesini görüyorlardı. Göçerler, Bizans’ın savunma sisteminin zayıfladığı iç Anadolu’ya doğru yayılmaya ve yerleşmeye başladılar

Gelenlerin büyük bir kısmı eski geleneksel Şaman inanışlarını sürdürüyordu. Ama bununla birlikte geçtikleri her yerde, karşılaştıkları her kültürden etkilendiler, beraberlerinde Budizmi, Zerdüşiliği, Mazdeizmi, Hermetizmi, Hristiyanlığı, Museviliği de taşıdılar. Ancak onların sosyal durumlarına en çok Araplardan öğrendikleri İslam inanışları uyuyordu. Hızla Müslümanlaştılar. Ancak bunda neredeyse bütün bu kültürlerin bir karışımı olan dervişlerin rolü büyüktü. Dervişlerin süzgecinden geçen İslamiyet’e, İran’dan getirdikleri bütün gelenekler bulaştırıldı. Anadolu’da Sufilik böyle doğdu.

Dervişler görünüşte Müslüman’dılar ama Mısır dini Hermetizm, Hıristiyan Gnostizmi, Şaman inanışlarının bir kalıntısı olan; Cenazenin ilk gecesi helva kavurma, yedi, kırk, elliiki, büyücülük ve fal onları amaçlarına ulaştıracak kesin yollar olarak varlığını sürdürüyordu. Dede Korkut Destanı’nda, bir Şamanın eski dinsel imgelerin birçoğunu koruyan ve gelenek olarak sürdüren bir Dervişe dönüşmesi anlatılır. Oğuzların Dervişlerine “Ata” ve “Baba” gibi unvanlar yakıştırmaları bunların göçer boylar üzerinde daha onuncu yüzyılda bile etki sahibi olduklarını gösterir. Moğol akınlarının baskısı nedeniyle, eski kalelerinden Horasanda daha fazla kalmaları artık mümkün olmayınca, Oğuzlar, Dervişliğin cenneti halini alacak olan Anadolu’ya kitleler halinde aktılar. Geldikleri bölge aynı zamanda tarih öncesi çağlardan beri “Tanrı”, “Tanrıça” “Büyücü” ve “Peygamber Kralların” en zengin yurduydu.   

Burada hangi tarikata dahil olursa olsun kendilerini tasavvufa adamış pek çok Sufi, İslami düşüncenin temellerinden koptu. Tanrı ile aralarındaki ilişkiyi Sünni (Ortodoks) İslam’ın asla kabul edemeyeceği bir biçimde yorumladı. Mısır gizemciliğinin bir geleneği olan “insanın tanrı ile bütünleşmesi” düşüncesi tasavvufun baskın inanışı haline geldi. Dervişler, insanın Tanrının bir tezahürü olduğunu söylüyordu. Ünlü Sufi Halac-ı Mansur ”Enelhak-Tanrı benim” dediği için korkunç bir şekilde öldürüldü. Diğerleri ise bunu daha dolaylı bir biçimde ifade etmeyi yeğledi. Çoğu, başında müritlerine mistikliğin yollarında öncülük eden “pir” dedikleri ustalarının yer aldığı okullar kurdular. Sufilik dünyadan kaçış, maddi hazlara karşı kesin bir kayıtsızlık ve Tanrıya mutlak güven üretti. İnsan kendisini, Tanrının elinde bütün iradesinden yoksun hissediyordu. Mistikler için artık değişik inanç ve ibadet biçimleri arasındaki tüm farklılıklar anlamını yitiriyordu. Onun açısından, tüm inanç biçimleri ve vahiyler son kertede tek ve ölümsüz bir güneşin ışınlarıydı. Tüm Peygamberler, iyi ve doğru konusunda hep aynı ilkeleri yalnızca değişik dillerde bildirmişlerdi. Pir’ler ya da Şeyh’ler,”kendinden tanrıya geçiş” ya da “ölümlü Tanrılar olabilmek” için tekkeler kurdular, kural ve törenleriyle değişik tarikatların kurucuları oldular.

Dervişler halk arasında oldukça etkiliydiler. İran’daki Sufiler, Moğol boyunduruğuna katlanabilmek için halkı karşılıklı sevgi ve dayanışmaya çağırdılar. Anadolu’nun yeni sakinleri üzerindeki etkileri ise onların Selçuklu Sultanları tarafından desteklenmelerini sağladı. Sufi tekkeleri özellikle kentlerde yoksulların bir uğrak yeriydi. Yoksullar (Fakirler-Dervişan) genellikle çırak olarak bir şeyhe kapılanırlar, yeni ve dinsel kökenli bilinçlilik kazanırlardı. Fakirlik sözcüğü, çileci sufi idealinin etkisiyle yeni bir anlam kazandı. Onlar kendilerini, dünya mallarından kurtulmuş ve özgür hissediyorlardı.

Bunların çoğunluğu bekar olarak yaşıyor, ahlaki ve dini kaidelere riayet etmiyor, garip kıyafetlerle geziyor ve saçlarını sakallarını tamamıyla kazıtıyordu. Başlangıçta çoğu, tasavvufla ilgisi olmayan maceracılardı. Hint kaynaklı inançlar taşıyorlardı. 

Döneme ait bir kaynakta dervişlerin ne şeriata ne de ahlak kurallarına uymadıkları, dini yasakları tanımadıkları, namaz kılmadıkları, şarap içip esrar çektikleri, hatta aralarında homoseksüellerin de bulunduğu belirtiliyor. Örneğin, İran kaynaklı bu tarikatlardan Kalanderilerin camilere köpekleriyle girip orada esrar kullandıkları, derviş olduklarını iddia etmelerine rağmen doğaya, suya, Aya ve Güneşe tapındıkları belirtiliyor.

Dervişlerin(Fakirler) bu davranışları yüzünden Sünni yazarlar onları”Taife-i İbadiye”,”Taife-i Zenadika” diye adlandırıyordu. Onlar ise kendilerini “Cevalika”,Kalenderan”” ve “Taife-i Abdalan” olarak adlandırdılar. Bu sonuncusu Anadolu’da yaygın adlardan biri olarak kaldı. Kalenderi ve Haydarilerden sonra Bektaşiler ve Halvetiler Abdal olarak tanımlanmayı kabul ettiler.

Dervişlerin Anadolu’ya göçü, zaman zaman kurulu otoritelerle çatışmalara da neden oldu. Selçuklu Devletini uzun yıllar uğraştıran Babai ayaklanmaları böyle doğdu. Peygamberliğini ilan eden Baba İshak’ın müritleri on üçüncü yüz yıl boyunca Anadolu Selçuklu Devletinin kaderini etkilemişti. Selçukluların Babailer önünde her defasında bozguna uğramalarında Dervişlerin Türkmenler üzerindeki dini otoritesi etkiliydi. Selçuklular ordunun önüne Frank paralı askerlerini yerleştirerek Babailerle ancak savaşabilmişlerdi. Babailik, Selçuklular karşısındaki trajik bozgunun ardından zayıflamış ancak içinden Bektaşiliği doğurarak etkisini sürdürebilmişti. Hacı Bektaş Velinin kurduğu ve halifesi Balım Sultanın düzenlediği bu ünlü Türk tarikatı aynı zamanda Türklerin Melamilik anlayışıdır. Tasavvufa karşı çıkan bu tasavvuf tarikatı, kendisini tasavvufi törenlerden, geleneklerden arındırmayı amaçlıyordu. Kaynaklar, Bektaşiliğin de tıpkı öncülü olan Babailik gibi Türk halklarında hiç sönmeyen Şamanlığın özlemiyle Sünni Müslümanlığa karşı bir tepki olarak doğduğunu ileri sürüyor. Bektaşilik, zamanla aynı yolda yürüyen Kalenderilik, Hayderilik, Abdallık ve Hurufilik gibi çeşitli tarikatları içine çekip eritti. Bütün bunlara rağmen Hacı Bektaş’ın Sünni bir şeyh olduğu bilinmektedir. Ancak kurumsallaşmaya başlar başlamaz, Batıniye, Hurüfiye, Alevilik hatta Hıristiyanlık ve Şamanizm karışımı mistik bir akım haline geldi.     

On üçüncü yüzyılın sonunda başlıca üç sufi akım egemendi.

Birincisi: Bağdat Okulunun ılımlı ve Sünni mistizmi.

İkincisi: Gazi birliklerindeki heretik (sapkın) eğilimli sufi görüşler.

Üçüncüsü: Zanaatçı birliklerindeki mistik görüşler.

Anadolu’daki şeyhlerin en önemlisi sayılan Belh kökenli Mevlana Celaleddin Rumi ilk akımın içinde yer alıyordu. Babası Bahaüddin Veled, Moğol korkusundan kaçıp ailesiyle birlikte Konya ya yerleşmişti. Babasının ölümünden sonra aynı mistik çevreye girdi. Burada, gaddarlığıyla ün salmış bir tarikat olan Haşşaşilerin son büyük şeyhinin oğlu olduğu iddia edilen Tebrizli Şems ile karşılaşınca mistisizmi yeni bir evreye girdi. Mevlana, Tebrizli delikanlının güzelliğinden etkilenmiş ve öteki dostlarını bir kenara bırakıp yalnızca onunla ilgilenmeye başlamıştı. Dervişe olan aşkı Mevlana’yı şiire başlattı. Sufi geleneğinden olan sevgilinin yüceltilmesi onun şiirlerinde doruğuna ulaştı. Mevlana, Tebriz Güneşi ile tanıştıktan sonra bütünüyle bir dönüşüme uğradı ve kadınsı giyinme tarzı(Tennure),müzik ve şiirle desteklenmiş ayinler-Semah-Zikir-( Mısır tapım inancı Sabii’liğin Ritüellerini taşıyan kendi etrafında dönerek dönme)  bu tarihten sonra başladı. Şiir, dans ve müzikle desteklenince sufiliğin en etkileyici ürünlerinden biri olan Mevlevilikte doğmuş oldu. Anadolu ahalisi bu kadar karmaşa içindeki bir dini, kendi geleneklerini ve önceki inançlarını da ona katarak benimsedi. Günümüzdeki Tarikatların kendi iç çatışmalarında da aslında kimin daha iyi Müslüman olduğunun çatışması var. Tüm bunlar yanı sıra; Arap Müslümanlığı konusunda hala daha tereddüt halinde olan Anadolu ahalisine en yakın olanı, daha hoşgörülü gördüğü Anadolu Müslümanlığıdır.