AŞK…

Abone Ol

“Duygularından gebe kalan kadınlar aşk doğurur.”

Kalem neden bu kadar aşka değiyor sorusuna da bir cevaptır aslında.

Duygu insanı olanlar bunu çok iyi anlayabilir, ayırt edebilir. Hassas, kırılgan, naif gibi insani duyguların tek bir bünyede toplanmış olması, kolay taşınabilir bir şey değildir. İncinir insan sıradan şeylerde bile, iç dünyasında direnç gösteremediği her şeyi düğümler kendine ve canını yakar ikiyüzlü hayat.  O can yakan hayatı kendince okuyabilen insanlar, acılarından beslenen insanlar aşk insanı olur çünkü onlar başka gözle bakarlar, başka duygularla okurlar yaşamı ve elbette insanı. Mantık ise duygu insanlarının en çok savaştığıdır, ikisi bir arada barınamaz ve birbirlerinden de pek haz etmezler. Mantık, ayağına dolaşan bir karaçalı gibi duyguyu itekler ve hatta üstüne basarak yoluna devam eder

Ezip geçiyor olması etkilemez mantık insanını, çünkü duygudan yoksundur onlar.

Duygu insanı olabilmek ise bir ayrıcalıktır bana göre çünkü kültürümüz tam da bu minvalde bizi yüzyıllardır şiirle, aşkla, Ozanlarla yoğurur. Yüzyıllar ötesinden hamlığını saflığını bozmadan koruyan,  özümüzden yola çıkarak bugüne değin gelen damıtılmış sözcükleri günümüz insanları, aşk insanları aynı şevkle aynı hisle okuryazar. Edebiyat her ülkenin kendi kültüründen doğan emsalsiz bir mirastır yarınlara ve yeni kuşaklara kalan.

Yaşadığımız toprakların üzerinde yaşamlarını tamamlayıp ebediyete göç eden, Anadolu ozanlarının, şairlerinin dillerinden düşürmediği  (aşk) kutsaldır her daim. İnsan sevmenin ve gönül incitmemenin inceliğini genlerimize bulaştıran gönül insanlarından kalan en büyük mirastır bize Aşk. Almak,  kabul etmek,  sahiplenmek, ya da reddetmek ise kişilere kalmış bir seçimdir. Her ne sebeple olursa olsun sevmek bir gereksinim,  sevmek bir ihtiyaçtır, lüks ve ayıp değildir yani.

Sevgi sözcüğünün altını doldurabilmek ve hakkını vermek, sahici bir sevgiyle, sahici bir aşkla gönül tokuşturmak kolay iş değildir. Aşka saki olup gönül doldurmak da öyle, onun sarhoşluğu, aşkla demlenmek başka bir olgunluk, başka bir erdem gerektirir.

Sevmek zor iştir, hele ki aşk ile sevmek, göze almak, özünü kavrayabilmek zor değil,  zorun da ötesindedir. Çok ozanlar, çok dervişler yanmış köz olmuş, sonrasında de kendini yollara vurmuş ateşini söndürmek için birçoğu kendinden göçmüştür. Terki diyar edenler iflah olmayan acılara gönül verenlerdir.

Mevlana aşkı en iyi tanımlayan Anadolu ozanı ve filozoflarından biridir, en kıymetlilerindendir. Aşkı ateşte yanmakla eşdeğer tutar, İlahi aşkı kutsarken, gönlüne düşen yangının da hazzını yaşar ve daha fazlası kuşaklar sonrasına da yaşatır.

“Ey Âşık! Hani özlem çekiyorsun ya sevgiliye. Bil ki sevgilidendir özlemin özü. Odur asıl sana özlem duyan. Çünkü o tutuşturmayınca alevi, kimsede olmaz ateş. Ve AŞK ateşi, önce sevilene, ondan sonra sevene düşer.” Bu dizeler Aşkın narında yanmanın kendine has anlatımını satırlara döken Mevlana’yı anlatıyor bir nebze de olsa.

Yunus da Mevlana kadar yanmıştır aşk ateşinde.

“Âşık olamayan Âdem benzer meyvesiz ağaca” Bu söz dizgisi Yunusun gönlünden süzülendir örneğin.

 Âşık Veysel de karınca kararınca dokunmuştur aşka ve hep azında bulur kıymeti azında çoğaltır sevmeyi..

Bir küçük dünyam var içimde benim

Mihnetim ziynetim bana kâfidir

Görenler dar görür geniştir bana

Sohbetim ülfetim bana kâfidir

Kâfi olduğunu ozanımız teyit etmişse, yüreğinden süzmüşse, öze dokunmuşsa, ozanı doyurmuşsa, sorgulanmaz. Onlar gönül insanlarıdır ve onlar,  erenlerdir hakikat bağına.

Karacaoğlan’da gönlünde aşk ateşi yakmıştır, Sümmanide, Âşık Daimi’de. Hepsi dizelerinde bir sarraf gibi işlemiştir aşkı sevdayı ve sevdalanmayı.

Dahası tahtlara hükmetmiştir aşk, sevda, padişahlara bile ferman yazdırmıştır gönül kafeslerinde okunan.

Osmanlı padişahlarının beyitleri, şiirleri, sevgiliye dizilen dizelerden günümüze kadar ulaşmış, Divan edebiyatı başlığı altında arşive kendini kayıtlamıştır. Bu konuda muhibbi mahlasıyla beyitlerinden en çok söz ettiren Kanuni Sultan Süleyman’dır. Aşkı anlatan, sakınmadan dillendiren bu kadar çok ozanın şairin olduğu bir coğrafyada, Fuzuli gibi, Baki gibi adını anamadığım, satırlara sığdıramadığım yüzlerce gönül insanlarının duygu süzdüğü bir coğrafyada, gönül nasıl olurda aşka düşmez! Dil nasıl olurda aşkı zikretmez öyle değil mi?

Yukarıda dile getirmeye çalıştığım gibi ozanlarımızın, şairlerimizin, buram buram aşk kokan satırları, aşkı ve aşk yazmayı erkek egemenliğinde gibi gösterse de kadın ruhunun inceliğinde kırılganlığında ve birazda cesaretinde daha da anlamlı olmalıydı diye düşünüyorum.

Sözünü duygusunu sakınmadan, utanmadan paylaşabilenler,  yüreği aşka değen herkes benim nazarımda ayrıcalıklıdır. İster ilahi aşk olsun, ister dünyevi aşk, yanmasını bilen için her ikisi de kutsaldır. Sözde değil, özde olmalıdır sevmek, közü de külü de tarifsiz haz vermeli ve acısında iz bırakmalıdır. Bunu dile söylemek kolay gibi gelebilir “eski aşklar sevdalar mı kaldı” diye bir soru gelebilir akıllara.

 Eski aşkları sevdaları bizler günümüz dünyasında, bu duygu yozluğunda yaşayabilir miyiz, közde yüreği yakabilmeyi göze alabilir miyiz günümüz sevdalarında, bunun cevabını bende bilmiyorum. Okuduğunuzda değil, gerçek yaşanmışlıkların dizildiği satırlara dokunduğunuzda hissedersiniz farkı. Sanırım buda gönül insanı olmakla alakalı bir durum.

Ozanların, dervişlerin, şairlerin dizelerinden yanık gönül kokularını solumak, ölmeyi göze alacak kadar yoğun yaşamak her gönlün ereceği mertebe değildir.    Şiir sevmek, şiire âşık olmak, aşk şiirleri yazmak, aşk insanı olmayı gerektirir. Şiire saygısızca yaklaşan insanlar aşka da kötülük ederler. Duygularını öldüren insanlar, farkında olmadan insanlıklarını da öldürürler.

 Yüzünü öz kültürüne dönen herkes aşkı yazabilir, okuyabilir ve hatta utanmadan sıkılmadan yaşayabilir. Şiirlerde buluşalım ve kavuşalım, ruha iyi geliyor benden sizlere naçizane bir tavsiye…