İçimden gelmiyor ki gülümsemek
Neresinden tutarsan elinde kalan bir şehir
Kime değse yüreğin hepsinin mi içi zehir?
Oturdum öylesine suyun kenarında bir taşın üstüne
Baktım durdum sisler içinden geleceğimize
Soğuktu hava en az taş kadar
En az umutsuzluğum kadar
Dumanlıydı dağlar dumanlıydı başım kadar
Üzerime geçirdiğim ahretlik paltom ısıtmıyordu ki beni
Çıkartıp bir güzel örteyim üstünü
Ey koca şehir ey düşlerim düşüncelerim
Sen koca bir resim olsaydın keşke
Ben oynasaydım üstünde boyalı kalemlerimle
Biliyorum bıktın karalardan
Bıktın içine sığmayan acılardan alın yazından
Tutunacak hiç kimse yok avutmasınlar seni
Bir başına öğreniyorsun cenneti ve cehennemi
O kadar çok şey var ki söylenecek, yazacak, düşündükçe yüreği titriyor insanın. Eğer insan kalabilmeyi sahiden de başarabilmişseniz anlayabiliyorsunuz bu duygunun içeriğini. Herkeste aynı etki yaratmadığı aşikâr.
Bir kadın olarak daha çok, analık duygusuyla bakıyorsun etrafında yaşananlara. Bir çocuk gibi görüyorsun yaşadığın bu şehri. Analık duygusuyla lanetliyorsun ciğerlerini kirletenleri, üzerine pisliğini dökenleri.
Çaresiz kaldığınızda ve bütün yollar tıkandığında sizin de içinizden bir canavar çıkabiliyor o ayrı. Çünkü canınız yanıyor çünkü canınız yakılıyor, kayıtsız kalabilmek imkânsız. Oyunun kuralı sizin de kimyanızı bozuyor zamanla. İşte bütün bu gelgitlerin arasında, kıymet verdiklerinizden vazgeçmemeyi başarabilmekte iş, ona ne pahasına olursa olsun, sahip çıkabilmekte marifet.
Garip şeyler dönüyor yerkürede, özelliklede bu günlerde bizim memlekette.
Kişiler kazansın düşüncesinde, kişilikler kaybediyor en baştan. Kişiliksiz robotlar görev teslimi için saygı duruşunda bekliyor. İnsanlık ölmüş ve kimsenin umurunda da değil doğrusu. Bir canlı olarak dünyaya gelenler, zamanla başka bir formatla, başka bir şeye dönüşebiliyor çok çabuk. Her şeyin ve herkesin bir bedeli var gerçeği, kabul görüyor her devirde ne yazık ki.
Yüz kızarıyor, göz utanıyor, dil kusuyor içine içine ama gerçek olarak kendine yer eden zihniyet, koltuklarını kabartıyor her yeni günde. Artık sadece doğarken bir insan yavrusu oluyorsunuz, yerküre sizin kodlarınızı zamana ve koşullara göre biçimlendiriyor. İşte bu yüzyılın özeti de bu sanırım, direnmek sürünün dışında bırakıyor sizi ve kaybedenlerin arasında cezanızı çeken bir dışlanışla süründürülüyorsunuz adeta...
Mücadele ettiğiniz, önemsediğiniz değerleriniz, kıymetlileriniz gözünüzün önünde solgun bir hastalık evresindeyken, kayıtsız kalmak gibi bir ihaneti, aklıselim olan hiç kimse kendine yakıştırmamalı.
Herkes bir tarafından dibe çekiyor bu öksüz şehri, sömürmeye, görmezden gelmeye devam ediyor derdini, kederini.
Caddelerde küçük koloniler halinde boy gösteren, güya bu öksüz şehre talip olduklarını dillendirip mucizeler yaratacaklarını öne süren akbabalar geziyor. Göz göze geldiğinizde içlerinde zerrece samimiyet bulunmayanlar, size samimiyetle gülümseyemeyenler bu öksüz şehrin kapısındaki anahtara talip olabiliyorlar. Koltuk sevdasına düşmeden önce Merhaba dedikleriniz başka bir cinsin kodlarıyla dolanıyor caddelerde. Mevkiler, aklını insanlığını yok sayanlara göre mi konumlanıyor gerçekten. Yoksa bu değişimin gerçek nedenini anlamaktan aciz kalıyor insan.
Bu öksüz şehirde hiçbir zaman akıl birlikteliğine varılmadı ki. Her üç beş adımda birbirini ötekileştiren zihniyetlerin, aynı çatı altındaki geçimsizlikleri içler acısı değil mi Allah aşkına.
Birbirlerinin üstüne öfke kusanların, akıl sınırlarını zorlayan entrikaların arasından bir umut ışığı süzülecek de bir fayda sağlayacak bu öksüz şehre, buna inanan var mı sahiden.
Zafer diye hedefledikleri tek şey bir koltuk, zihinler hiç değişmedi değişmeyecek de.
Sayın, olarak oturulan koltuklarda, sevgiyle birbirini kucaklayamıyorsa insanlık, koltuksuz hayatlarda sıfatsız kalmaya da mahkûmdur. Dil, makamlara karşı naziktir bir bakıma ama sıfatı olmayanları affetmeyecektir.
Atanmış ya da seçilmiş fark etmiyor önce insan, önce insanlık.