Aslında benim yaşamımda böyle, bayram denemeyecek tatsız bayram ilk değil. Şimdi yıllar önce yaşadığım bir kara bayram aklıma geldi de; size ondan bahsetmek istiyorum.
Bu anımı, aynı zamanda, size ocak yangınlarının ne kadar tehlikeli olduğu konusunda bir fikir verebilmek,ve madencilerin yaşadıkları risklere farkındalık yaratmak amacıyla da yazmak istedim.
Biliyorsunuz daha önce madenci anılarını konu alan bir yazı dizim olmuştu. Bu sefer bir anı da benden olmuş olsun!
Siz hiç taşın yandığını gördünüz mü? Ben gördüm. Ama bu taş, ''yanar taş'' da denilen taşkömürü değil, bildiğiniz taş..
O sırada TTK Karadon Müessesi müdürü idim. Sanıyorum 1989 yılının bahar aylarıydı. Tam da Kurban Bayramının birinci günü, sabah saatleri.. Evde bayramlaşma yapıyoruz.. Derken tahlisiye (kurtarma servisi) nöbetçi sinden bir telefon geldi: Çatalağzı Kuyusu'nun dibindeki ana katta yangın çıktığını haber veriyordu.
Ocak yangınları çok tehlikelidir; tam bir baş belasıdır. İnsan karbondioksit gazından boğulabilir veya karbonmonoksit gazından zehirlenebilir. Grizu veya kömür tozu patlayabilir, insan ateş içinde kalabilir v.s.. Görüldüğü gibi birçok tehlike söz konusudur. Ayrıca, ocağa telafisi mümkün olmayan veya telafisi çok zor zararlar verebilir. Bu yüzden ocak yangınları ile mücadele çok ciddi ve riskli bir iştir.
Bu yüzden yangın haberini alınca bayağı telaşlandım. Bir de şu aksiliğe bakın ki yangın senenin en savunmasız olduğumuz gününe denk gelmişti. Dini bayramlarda zaten ocaklar tatil olduğundan, sadece güvenlikle ve zorunlu bakımla ilgili işçiler ve nöbetçiler çalışırdı. Bir de Kurban Bayramının birinci günü herkes bayramlaşma ve kurban kesme peşinde olduğundan, ve bu günkü gibi cep telefonları da olmadığından, acil durumlarda çağrılabilecek işçilere de ulaşmak mümkün değildi. Kaybedecek bir dakikamız da yoktu..
Ocak deyince de toplam 100 kilometrelik bir ocak açıklığından bahsediyoruz; dikkatinizi çekerim!
Nitekim birkaç kişinin dışında kimseyi bulamadım. Bulduklarım da ya yeraltı işçisi değildi, ya da tahlisiyeci ehliyeti olmayan işçilerdi. Yani tahlisiyeci cihazı kuşanıp yangın yerine gidemeyecek kişilerdi.
Çaresiz o birkaç kişiyi ve yer üstü elemanı olan itfaiye amiri Yılmaz Yemelek'i de yanıma alarak kuyu başına gittim. Olabilecek acil ihtiyaçların temini için, itfaiye amirini kuyu başında bırakarak deniz seviyesinden 360 metre aşağıdaki (-360 katı) yangın olan kata asansörle indik. İnerken yanımıza bir de itfaiye hortumu almayı ihmal etmedik.
Yangın -360 ile -460 katları arasındaki desandride (Desandri: Eğimi 15-20 derece civarında olan eğik kuyu veya galeri. Buradaki desandrinin boyu 600 metre, ve kesiti 14 metrekare idi) çıkmıştı. Hava sirkülasyonu aşağıdan yukarı doğru olduğundan bu kuyudan çıkan yoğun duman tüm ana yollara yayılıyor ve görüş mesafesini neredeyse sıfıra düşürüyordu. Bu nedenle,ilk önce, desandri başını kuyu dibine bağlayan -360 katındaki ana yola tahtadan perde ve kapı yapıp, havanın yönünü değiştirerek yukarıdan aşağı gitmesini sağladım.(Çünkü ocağı havalandıran ana pervaneler üfleyici değil, emici tip idi.) Böylece dumandan kurtulmuş olduk. Sonra da itfaiye hortumunu ana yoldaki basınçlı su borularından birine taktım.
Bu küçük ama sıkıcı ayrıntıyı vermek zorundaydım, kusura bakmayın.
Sıra gelmişti şimdi bu yangının söndürülmesine.. Ama ekibimde benden başka tahlisiye eğitimi görmüş ve ehliyet sahibi kimse de yok.. Bu nedenle çaresiz iş bana düştü. Sırtıma tahlisiyeci cihazın ve ağzıma da bu cihaza bağlı maskeyi takarak hazırlandım. Hortumun ucu elimde, tek başıma yanan desandrinin başına vardığımda; desandrinin içinin kıpkızıl, alev alev yandığını gördüm. Gördüğüm manzara sanki aktif bir volkanın kraterinin içini veya cehennem kuyusunu andırıyordu.
Sonradan öğrendiğime göre; yangının çıkış nedeni de şu imiş: Desandri içinde bayram bakımı yapan kaynakçı kaynak yaparken, fırlayan ve çapak tabir edilen akkor halindeki bir metal parçası kuyu çeperindeki kama denilen bir ağaç latanın arkasına düşüyor. Fakat kaynakçı bunu fark etmiyor ve işi bitince oradan ayrılıyor. Bir süre sonra desandriden süratle geçen havanın körüklemesi ile, çapak kamayı tutuşturuyor ve yangın böyle başlıyor. Tabi ocakta kimse olmadığı için de yangının büyümesi ve ilerlemesi fark edilmiyor.
Neyse, hortumu yangına doğru tutarak içindeki basınçlı suyla ateşi söndürmeye koyuldum. Söndürmeye koyuldum diyorum ama, o kadar bol ve basınçlı su sıkmama rağmen su küçük bir alanda etkili oluyor, ama hortumu başka bir tarafa çevirdiğimde; birde bakıyorum ki bu sönüp kararan yer tekrar kıpkırmızı olmuş, yanıyor! Birde yoğun su buharı ve sıcaklığın beni bunalttığını düşünün! Çalışmakta oldukça zorlanıyorum.
O gün çok hayret ettiğim ve bu gün bile hala çözemediğim şu: Kuyunun tahkimatındaki zaten çok seyrek bulunan ağaç kamalar yanmış bitmiş.. Geriye sadece demir tahkimat ve taş kalmış.. Buna rağmen nasıl oluyor da kuyu cehennem gibi yanıyor.. Yanan neydi ki o zaman.. Birde birkaç saniye önce söndürdüğüm ve kapkara olan taş duvarlar, suyu başka tarafa çevirir çevirmez hemen tekrar nasıl kıpkırmızı oluyor.. Tabi bunun mutlaka bir bilimsel açıklaması var ama bu konu termodinamiğe (ısı bilimi) girdiğinden açıklaması uzun ve karmaşık olduğu için burada bahsetmemize gerek yok.
Uzatmayalım, uzun uğraşlardan sonra yangını kontrol altına aldım ama, o günden sonra bu yangın işlerinden içime büyük bir korku girdi... Çünkü insanın inanamayacağı korkunç şeyler oluyor.
Ben ucuz atlattım ama bu ocak yangınlarının söndürülmesi esnasında çok madencimiz hayatını kaybetmiştir. Nitekim bir aksilik olsaydı ben de hayatımı kaybedebilirdim. Çok şükür kaybetmedim ve o günden bu güne birçok güzel bayramlar görmek nasip oldu.
Umarım bu vesile ile madencileri biraz daha anlamışsınızdır..