Attila Aşut’la 70’li yılların ikinci yarısından itibaren ben genç bir sempatizan, o önemli görevler üstlenmiş üst düzey bir kadro olarak aynı siyasal hareket içinde yer alsak da, tanışmamız çok daha sonrasına, 80’li yılların son dilimine rastlar. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde, Türkiye solu, yeni bir çıkış yakalayıp, toplumsal mücadeleyi yükseltmek isterken dünya sözcüğün tam anlamıyla altüst oluyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekterliğine seçilen Mihail Gorbaçov uygulamaya koyduğu “perestroyka” ve “glasnost” politikalarıyla doğru bildiği her şeyi yeniden sorgulatıyordu herkese. Yalnızca bizde değil, tüm dünya solunda hararetli tartışmalar yapılıyor, bu da bazı siyasi hareketlerin savrulmasına neden oluyordu. Eylül karanlığı üzerine bir de bu tartışmaların eklenmesi, yeni bir atılımla mücadeleyi büyütmek isteyen sol hareketleri zora sokuyordu. Bu arayışların bir parçası olarak Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile Türkiye Komünist Partisi (TKP) arasındaki görüşmeler olumlu sonuçlanmış, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında birleşme kararı alınmıştı. TİP Genel Başkanı Behice Boran ile TKP Genel Sekreteri Haydar Kutlu’nun bir basın toplantısı ile açıkladığı sonuç iki partide savaşım veren insanlarda yeni bir umut ve heyecan dalgası yarattı. Tarihsel olarak aynı köklere sahip iki partinin ayrılığına son verildiği açıklanan basın toplantısından birkaç gün sonra Behice Boran vefat etti, Türkiye’ye getirilen cenazesi, on binlerce insanın katılımıyla toprağa verildi. Bu katılım küllerimizden yeniden doğduğumuzu anlatıyordu bizlere. Kafamız karışık da olsa, bir yandan yeni dünyanın nasıl kurulacağını tartışıyor, bir yandan da birleşik partimizi örgütlemeye çalışıyorduk…
İLK KEZ ADIMLAR GAZETESİNDE TANIDIM
TİP Genel Sekreteri Nihat Sargın ile TKP Genel Sekreteri Haydar Kutlu alınan karar gereği, “Açık komünist kimlikleriyle siyaset yapmak ve TBKP’yi yasalda kurmak” amacıyla Türkiye’ye döndü. Uçaktan inmesine bile izin verilmeyen iki genel sekreter, Esenboğa Havalimanı’nda gözaltına alınarak, Ankara Merkez Kapalı Cezaevine kapatıldı. Şimdi artık bir müze olan Ulucanlar Cezaevi, yeni kurulan partinin genel merkezi gibi oldu adeta. Örgütler olarak biz de, genel sekreterlerimizin özgürlüğünü kazanmak için topyekun teyakkuza geçtik. Parti merkezinin yürüttüğü ulusal ve uluslararası kampanyaların yanı sıra, her mahkeme günü, Çevre Sokak’taki Ankara DGM’nin önünü miting meydanına çeviriyorduk. Boran’ın cenazesinde slogan yerine icat ettiğimiz “tempolu alkış” yıllar süren mahkeme önü buluşmalarımızın simgesi gibiydi. İşgüzar savcılarla her şeyin arkasında bir gizli örgüt bulmakta mahir emniyet durumu iyice abartmış, herhangi bir eylemde, herhangi bir nedenle tutulan tempolu alkışı, TBKP üyeliği için delil saymaya başlamıştı hatta. Tam o sıralarda bir önemli adım daha atıldı, birleşik partinin sözcüsü olarak Adımlar gazetesi yayın hayatına başladı. Attila Aşut, gazetenin içeriğine en çok katkı sunan Ankara bürosunun haber sorumlusuyken, ben de Zonguldak temsilciliğini yapıyordum. Attila ağabeyi ilk kez, yazı heveskârı bir genç diye getirildiğim bu görev sırasında tanıdım. Titiz haberciliğinin yanı sıra, gazetenin son sayfalarındaki “Şut Aşut” başlıklı köşesi dikkat çekiciydi son derece. Oradaki tavrı, bizim gibi “parti görevi” olarak gazetecilik yapanlardan oldukça da farklıydı. Gazeteciliği gazeteci gibi yapıyordu çünkü. O ne kadar farkındaydı bilmiyorum ama benim gibi yazı heveskârı gençler çok şey öğreniyordu o okuldan…
İDEOLOJİK SAVRULMA KADAR ÖZENSİZLİKLERE DE KARŞI ÇIKTI
Attila ağabeyi tam olarak tanımamsa TBKP kongreleri ve sonrasındaki Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı (TÜSTAV) çalışmaları sırasında oldu. Bu çalışmaların en etkili tartışmacılarından biriydi çünkü. Yanlış anlaşılmasın, toplantıların düzenini bozan en küçük bir davranışı yoktu Attila ağabeyin. Bir yaşam biçimi olan ilkesel duruşunu orada da sürdürüyor, her şeyin etik kurallar içinde olmasını istiyordu. Esinini dünya solundan alan ve birçoğu tartışılmaya devam ettiği için henüz olgunlaşmamış fikirlerin ideolojik yönelime dönüşmesine karşı çıkıyor, partinin sınıftan yana tavrını korumasını istiyordu. İrticalen yaptığı konuşmalarda ileri sürdüğü düşünceler bir kitap cümlesi gibi kusursuz olduğu gibi mantıksal bütünlük de içeriyordu. İdeolojik savrulma kadar özensizliğe de itirazı vardı Attila ağabeyin. Toplantıların belirtilen saatte, bir disiplin içinde, ilan edilen gündeme bağlı ve yerleşik geleneklere uygun olarak yapılmasını istiyor, bu konulardaki en küçük sapmalara şiddetle itiraz ediyordu. Bu tavrıyla, gerek TBKP’de, gerekse TÜSTAV’da sıradan üye olmanın ötesinde hiçbir görevi yokken bir etik savaşçısı gibi davranıyor, bu tutumuyla kimilerinin canını sıksa da benim büyük saygımı kazanıyordu…
SAFLARIMIZDAKİ VEFA DUYGUSUNUN ADI
Sonraki süreçte daha iyi tanıdım ki Attila ağabey disiplinli bir parti üyesi, ilkeleri olan bir düşün insanı olduğu kadar saflarımızdaki vefa duygusunun da adıydı. Siyasal savaşıma, her türlü gericiliğin kendine her zaman zemin bulduğu Trabzon’da başlamış, 1960’lı yılların cadı kazanı günlerinde, ülkede bir bahar rüzgârı gibi esen 1. TİP’i var eden kadrolar içinde yer almıştı. Henüz yirmili yaşlarını sürerken yalnızca partinin kurucusu olmakla kalmadı, il başkanlığını da üstlendi zaman içinde. Onunla da yetinmedi, TİP Trabzon il örgütünün yayın organı olarak “Sömürücülüğe Karşı Savaş” gazetesini çıkardı. Aynı yıllarda “Dünya”, “Akşam”, “Milliyet” ve “Cumhuriyet” gazetelerinin muhabirliğini üstlenip, Trabzon Gazeteciler Sendikası ile Türk Devrim Ocakları’nın da kurucuları arasında yer aldığını söylersem, kentte, o yaşta, üstlendiği misyon hakkında bir fikir vermiş olurum herhalde. O günlerden, 80 yaşına merdiven dayadığı bugünlere uzanan 60 yıllık zaman dilimi içinde bir gün bile dışına düşmedi o safların. Bitip tükenmek bilmez bir enerji ve kararlılıkla eşitlik, toplumsal barış ve adalet ülküsünün peşinden koştu. Savaşsız sömürüsüz bir dünya düşünü hep çoğaltmaya çalıştı. Ne mutlu ki ona, uzun savaşım yıllarında, ülkenin en değerli yazın, düşün insanlarıyla düş biriktirdi birlikte. Türkiye’nin ilk sosyalistlerinden, torunu yaşındaki devrimcilere kadar birçok kuşakla sosyalizm savaşımı verme onuruna erişti. Tanıyan herkes tanık ki, uçan kuştan esirgedi yol arkadaşlarını. Hele ki, hangi nedenle olursa olsun toprağa düşüp yıldızlara yürüyen yoldaşlarından hiçbirini unutmadı. Genç kuşaklara tanıtmaya çalışıp, kavgalarını kutsadı bulduğu her fırsatta. Anadolu’nun en ücra köşesinde yaşayıp, tarihin bir döneminde kavgaya omuz vermiş sıradan bir mücadele insanının bile emeği kadar ismini de ölümsüzleştirmeye çalıştı büyük bir çabayla…
BİR SIRA NEFERİ OLMAK YETİP DE ARTTI
Barış ve sosyalizm savaşımında yer alan her insan gibi, hayatı bin türlü eziyetle geçti Attila ağabeyin. Yaşadığı her darbenin mağduru oldu en başta. 12 Mart’ta tam beş yıl yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Ülkeye döndü, aynı adanmışlıkla daldı kavganın içine. 1977 ile 80 arasındaki verilen o büyük mücadelenin, tarihsel ölçekli olayların yakın tanığı değil yalnızca, kimilerinin öznesiydi de. 12 Eylül, pek çok devrimci gibi, bitimsiz zulmün adı oldu onda da. Sözcüğün tam anlamıyla bir işkence hane olan Mamak zindanında 37 ay yattı. Özgürlüğüne kavuştu, “Nerede kalmıştık” bile demeden, yine aynı şevkle sürdürdü savaşımını. Mütevazı kişiliğini siyasal savaşımına da yansıttı. TİP, TKP gibi Türkiye solunun en kült partilerinde hep üst düzey görevlerde bulunsa da lider olmaktan, lider gibi davranmaktan hiç haz etmedi örneğin. Bir sıra neferi olarak barışa, özgürlüğe, demokrasiye koşan o büyük selin içinde yer almak yetip de arttı ona…
YAZIN YAŞAMI DA KAVGASINA DAİRDİ
Yaşam demek savaşım demekti Attila ağabey için. Erken yaşlardan beri içinde olduğu yazın alanı da kavgasına dairdi elbette. Yazınsal hazların doruklarında dolaşan yüreğinde birikip kimi zaman şiire, kimi zaman düzyazıya dönüşen sözcükler hep barışı, eşitliği, adaleti, kardeşliği anlattı. O bir aydınlanma savaşçısıydı aynı zamanda. Cumhuriyeti kuranların oluşturduğu laik demokratik değerler çok önemliydi onun için. Nelerin pahasına kazanıldığını çok iyi biliyordu, o değerleri gözü gibi korumayı görev saydı bu yüzden. Bu doğrultuda pek çok kurumun içinde çalışırken sayısız çalışmaya da imza attı. 2 Temmuz 1993’teki, Sivas yangını derin izler bıraktı yüreğinde. Madımak Oteli’de yanan 35 aydının isimleri yüreğinin en derin sızısı oldu. Çağının tanığı, yaşadığı topluma karşı sorumluluk duyan bir aydın olarak kollarını sıvadı, tanıklıkları dinledi, belgeleri topladı, mağdurların yaşam öykülerine ulaştı. Hummalı ve bir o kadar titiz çalışma sonunda “Sivas Kitabı: Bir Toplu Öldürümün Öyküsü” adlı kitabı çıkardı ortaya. Herkesin gözünün önünde gerçekleştiği halde hiçbir suçlusu bulunmayan, failleriyle birlikte kanıtları da karanlığa gömülmeye çalışan insanlık suçunu tüm yönleriyle kayıt altına aldı böylece.
BİR DÜŞ KÖRÜKÇÜSÜ OLARAK YAŞAMINI SÜRDÜRÜYOR
O şimdi yüzü güneşli dünyaya dönük tüm insanların sevgili ağabeyi olarak yaşıyor Ankara’da. Onca yıla yayılan birikimini en geniş çevreyle paylaşmak için nereye çağrılsa koşarak gidiyor. Yalnızca aklındakileri, yüreğindekileri değil, gönlünden geçenleri de büyük bir dayanışma duygusuyla paylaşıyor. Ülkenin dört bir yanındaki kavga arkadaşları, yoldaşlarıyla iletişimi sıkı tutarak, dost sıcaklığını duyumsatmakla kalmıyor, düşleri de körüklüyor aynı zamanda. BirGün gazetesinde paylaştığı “dil yazıları” ile entelektüel gelişkinliği yüksek bir insan olarak toplumsal bilincimize de ışık düşürmeye çalışıyor. Söylemeye gerek yok elbette, sosyalist mücadelenin bir emektarı, sınırsız, sınıfsız bir dünya düşünün yorulmak bilmez koşucusu olarak biz ardıllarının gönlünde apayrı yer tutuyor. Her açıdan eksikli yazıyı şöyle bağlayayım o halde: Bilgeliğin, inceliğin, vefa duygun, azmin, kararlılığın ve hiç yitirmediğin coşkunla bin yaşa Attila Aşut...
Emekli Maden İşçisi – Zonguldak Halkın Sesi Gazetesi Yazarı
Bu yazı "Edebiyat Nöbeti" dergisinin nisan-mayıs sayısında yayımlanmıştır.