Edebiyat okyanusunda kelimelerimi yüzdürmeye başladığımdan beri, boğulmamak için aralıksız kulaç atıyorum diyebilirim. Hani mevsim yağmurları vardır ya hiç beklemediğiniz bir anda havanın dengesini bozar ve bırakıverir kendini taşın toprağın, ağacın yaprağın üstüne.
Sırılsıklam bir şaşkınlığın alışılmadık bir dinginliğe dönüştüğünü hissedersiniz ya, benim hikâyem de yolculuğum da işte böyle bir yağmur sonrası başladı. Beni ıslatan, yıkayan su değil, duygularımdı. Yüreğimde kımıl kımıl yerine sığamayan sözcükler dizilmek istediler satırlara, bende yol verdim onlara. Öyle ya, ya yüzmeyi öğrenecektik ya da boğulacaktık birlikte. Zira şakası yoktu bu işin, bir göl değil, bir ırmak değil, uçsuz bucaksız bir okyanusa gönül vermişliğimiz vardı. İşte bu yüzden göze aldık kelimelerimle birlikte ıslanmayı, işte bu yüzden boğulmamak için can simidi oluyoruz birbirimize.
Zamanla kitap okumanın kitap yazmaktan daha zor olduğunu öğrendik birlikte. Sadece satırları değil satır aralarını da okumamız gerektiğini bir de. Bununla birlikte yalnızca okumak değil okuduğumuzu anlamak yorumlamak gibi beyin kaslarımızı yoran beklentilerin içinde bulduk kendimizi. Kelimelerim cümle olmak istedikçe birbirine dolanıyordu. Öğrenmeye başladıkça korkularım çoğalıyor, bir kaç kelimeyi satırlarıma yerleştirebilmek için harcadığım mesai her geçen gün beni ürkütüyordu.
Bana yol gösterebilecek kitapların arayışına girdim bir müddet, listelediğim yazarları ilk kez duyuyordum. Her okuyup rafa kaldırdığım kitap yazma hakkıma ipotek koyuyordu sanki. Zamanla mukayeseler başladı. Kendime yakın bulduğum her paragrafı zihnime kazıyordum. Ve tabi ki kendi yazdıklarımla kıyaslıyordum.
Okuma sevdama oğlumun hediye ettiği bir kitapla devam ederken, okyanusta kaybolduğumu anladım. Tam 751 sayfalık muhteşem bir romanın içinde yapmaya başladığım yolculuğum beni kaybetmeye yetmişti. İldefonso Falcones’in Deniz Katedrali adlı kitabı edebiyat dünyasının en kıymetli kitaplarından biriydi bana göre. Hikâyenin içinde kaybolduğumu ve daha fazlası bahsi geçen dönemde yaşadığımı falan hissettim. Sadece o kadarmı anlatılan konunun ruhunda buldum kendimi ve dahada fazlasıyla burnuma bahsi geçen küf kokuları, soğuk ayaz havanın, beni üşüten rüzgârına değin iliklerimde hissettiğim bir okuma yolculuğum olarak, şaheser bulduğum bu eseri zihnime sakladım diyebilirim.
Okumaya ve anlamaya çalıştığım onlarca ve hatta yüzlerce kitabın içinden bana önerilen ve zihnime sakladığım bir diğer kitap ise Jack LONDON imzası taşıyordu, kitabın ismi de MARTEN EDEN di.
Yazar olma yolunda ne denli emek ve savaş verdiğini anlatan böylesi güzel bir kitaba, ya da şöyle söyleyeyim, beni bu denli etkileyen başka bir kitaba rastlamadım henüz. Evet, çok çabuk dolar gözlerim ama ölürcesine ağladığım ve aşkın en zirvesine çıktığım başka bir an anımsamıyorum. Ruhuma kaçan bir kitapla yaşıyorum o zamandan beri.
Dönem eserlerinde, yoksulluğun ağırlığında geçen ömürlerde, acının iz bıraktığı her şeyde yani yaşanmışlığın farkındalığında yazılan her satır eskimiyor yok olmuyor, yok sayılmıyor asla. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, altın değerinde her satır her cümle her kelime değerini koruyor.
Yabancı yazarlardan örnekler vermiş olmam, bizim yazarlarımızı okumadığım, önemsemediğim, özümsemediğim anlamına gelmesin sakın. İsim isim geçmek için köşem yetersiz kalır. Küçücük bir kitaplığım var en başında da benim toprağımın coğrafyamın kalem ustalarının eserleri duruyor. Fakat bununla birlikte her geçen gün kitaplığımız içine gelip yerleşen ve bana yol gösteren onlarcası da okunmayı bekliyor. Onları da okuyup anlamaya çalışmayı bekliyorum sabırsızlıkla, anlamak diyorum çünkü sadece okumak sizi okuduğunuz her ne ise içine sokmuyor, içine giremediğinizde anlama ve algılama sorunu yaşıyorsunuz en azından ben yaşıyorum. Bunun en son örneğini Huxley’in kitabını okuduğumda yaşadım. Aldous Leonard Huxley. VE Cesur Yeni Dünya.
Yazarın 1932 yılında kaleme aldığı kitabının benim algılarımın üstünde bir kitap olduğunu gördüğümde okyanusta boğulacağımdan çok korktum. Felsefenin temel ilkelerini okuduğumda da böyle bir sorun yaşadım. Georges POLİTZER imzası taşıyan bu kitabı ikinci kez okumaya başladığımda daha iyiye gidiyordu algılarım.
Gelelim Cesur Yeni Dünyaya: Anlayabilmek ve kavrayabilmek için okumakta zorlandığım bir kitabın,cesaretin de ötesinde bir algıyla yazıldığını görüyorum.Klonlamanın henüz konuşulmadığı bir zaman diliminde yazılan kitabın, anlatmaya çalıştığı ise yaşamı zorlaştırmak mı yoksa yaşamı deneysel ve laboratuvar ortamında üretilen denek insan çeşitlerinde kolaylaştırmak mı olduğunu sorgulatıyor kitap. Anlamak için okumak gerektiğini bilmeme rağmen, bu defa okudukça anlamanın zor olduğunu görüyorum. Bırakın satır aralarını, satırlarında boğulduğum bir kitapla boğuşuyorum adeta. Okyanustayım, tamam can simidimde var, ne yalan söyleyeyim şimdi daha çok korkuyorum boğulmaktan…
Kitapların içinde bir yol bulmaya çalışırken daha evrimini tamamlamamışken birde şiire güfteye dahası besteye bulaşma cesareti göstermek nasıl ifade edilir bilemiyorum. Mademkiokyanus da kulaç atmayı öğrenmeye çabalıyorum, boğulacaksam da büyük denizlerde boğulayım tesellisiyle şiiri ve bestekârlığa bulaşmayı ilerleyen günlerde açarak konuşuruz, yani yazışırız istiyorum.
İyi bir öğrenci olmayı öğrenmek bile bir başlangıç benim için, hadi bakalım yol uzun, yol çetrefilli, yolculuk ise meşakkatli, kolay olsaydı anlamı olmazdı. Nicelik değil, nitelik aslolan bunu biliyorum ama niteliğe de nicelik sonrası erişiliyor bunu da öğrendim biliyorum.