Konuya girmeden önce, yine bir kez daha altını çizerek söylemeliyim ki bizim fakirhanenin penceresinden gördüklerim kadar vakıfım hayata ve bana bahşedilen akıl kadarıyla da fikir beyan edebiliyorum.” Zat-ı halinizle boy ölçüşemeyecek kadar haddimi biliyorum.”
Ben çok biliyorum, en doğru benim doğrumdur diyenlerden (aman ha) uzak tutuyorum kendimi, Çünkü o çok bilenler her şeyi yapabileceğini değil, başarabileceğini düşünenler var ya, maazallah bana da bulaşır falan!
Şimdi konuya şöyle daha net bir giriş yapayım. Ben, bir metropolde yaşamıyorum, sıradan bir şehirde hatta taşra olarak tanımlanan sıra dışı bir şehirde ömür sürmekteyim, azı karar, çoğu zarar felsefesinde.
İster kabul edelim, ister etmeyelim, geniş bir aile kadarız aslında hepimiz bu kentte “sadece öz ve üvey olanlar diye ikiye ayırabiliriz.” Kimin eli kimin cebinde, kim kimi kayırıyor, kim kimin ipini çekiyor, çok değil üç vakte kadar dökülüyor ortaya patır patır. Dayısı olana lüks hayat, ayısı olana da cehennem misali anlayacağınız.
Şu durumda çıkarlara menfaatlere göre “adam olmanın” ahlakın ömrü de biçiliveriyor, kendini terzi zannedenlerce.
Şimdi oturup bilgelik edasında ahkâm kesmeyeceğim, her ne kadar bizim fakirhanenin görüş alanı hiç fena sayılmasa da bununla birlikte algılar kısmı da işlevini hala daha sürdürebilmekte, buna rağmen bel altı vurmayacağım! Bu konuya şimdilik virgül koyuyorum…
Gelelim asıl meseleye.
Gün geçmiyor ki insanlar âleminde yüz kızartıcı şeyler duymayalım. İnsanın aklının alamayacağı kadar utanç verici yüz kızartıcı rezilliklere, kepazeliklere kulak misafiri olmayalım. Kitle iletişim araçlarının sayesinde, ekranlardan, sütunlardan şaşkınlık içerisinde izlemek ve okumak zorunda kaldıklarımızın etkisinden, günlerce, vicdani ve insani duyguları olanları kastediyorum, kurtulamıyoruz. “Bunun yanında burnunuzun dibinde olanları ve onların izlerini varın siz hesaplayın gayrı”
Buna rağmen, suya sabuna dokunmadan kulaklarımızı tıkıyor, gözlerimizi çeviriyoruz sorumsuzca. Çünkü yılan henüz bizi sokmadı diyoruz. Durumun vahametinden, altını çizmeye gerek bile yok, başlı başına utanç duyulacak gerçeklerle yüzleşmemiz an meselesi bu hayatta. Öyle ki bunlar çoğu zaman bel altına tekabül eden namahrem yaşanmış acı gerçekler.
Aslında bir kadın olarak, önce kendime, sonra da kendi hemcinslerime de sorumluluk yüklemiyor değilim. Bizimde ayarımız kaçabiliyor zamanla, sebebi nedeni ne olursa olsun, istikrarsızlık gösterebiliyor ve hatta benimsiyoruz bu özelliği.
Güvenimiz mi eksik, hazırcı mıyız, rol dağılımlarındaki hakkaniyetsizlik mi bunlara etken bilemiyorum ama bir bahanesi, bir mazereti, hep ve her zaman var, bunu biliyorum.
Toplumlarda, bu sadece bizim ülkemizin sorunu değil aslında, dünya üzerindeki tüm ülkelerde yaşanan ve zaman içerisinde, sonu şiddet olarak biten, fakat sebepleri gerekçeleri kültür yapısına göre değişen, şiddet eğilimleri yaşanıyor ve sanırım yaşanmaya da devam edecek. Bana göre biz kendimizi erkeklere güdümlü hale dönüştürüyoruz. İşimize de geliyor olabilir bu durum, bunu bir düşünelim.
Sosyal medyanın yanı sıra, gazetelerde TV’ler de boy gösteren şiddet haberlerinden dünya üzerinde en çok payı kadınlar ve çocuklar alıyor. Şu durumda, erkekler, kadınlar ve çocuklar olarak üçe bölünüyoruz bile, daha bütünleşemeden. Her zaman söylediğim gibi şiddet denilen o acımasız duygu insanlığın varlığıyla paralel genişlemiş bu günlere kadar gelmiş bir kavram. Birçok kavram gibi gereksiz ve acımasız bana göre.
Çelişkilerle dolu bir yaşama prangalıyız gibi, içeriği, “Tu-kaka” dediğimiz halde hepimizin başvurduğu ve uyguladığı bir kavram üstelik şiddet. Kadınların, kendilerini bir adım da olsa geriye çektikleri her durumda, bazı erkeklerin başardığını düşündüğü bir acizlik gösterisi şiddet. Kadına şiddeti kadınlara ve çocuklara yapılan haksızlıkları defalarca kaleme aldım. Daha da genişleterek kitaplarımda, hem roman çalışmamda, hem kadın hikâyelerinde, şiirlerimde çocukluk dönemimden bu yana yaşadığım, tanık olduğum birçok şiddet içeren konuyu, yazmaya paylaşmaya çalıştım okuyucuyla.
Cinsel istismardan, tecavüze kadar, tanık olduğum birçok örnek verdim, kurguların arasında saklanan. Ama ne hikmetse bu konuda en çok kadınlardan yana duyarsızlık yaşadım. Şu, yazının başında altını çizdiğim, üvey, öz evlat meselesinde bile bir kadın olarak savaş verdim.
Dayısı olan vurdu bel altı, çok çok şeye tanık oldum ve aslında erkeklerin zaaflarının acizliğine kurban gittiğini gördüm. Bir kadının cinsel ikramiye olarak sunulduğu bir zihniyette, anasını bacısını namus abidesi yaparken, herhangi bir kadını fahişe gibi gören bir zihniyette ne kadına olan şiddet biter, ne de çocuklara uygulanan istismarlar. Bu dünya düzeninde ki düzensizlikle alakalı bir durum, ya da kadınların, erkekleri doğuran kadınların yaptığı, sistematik hataların sonucu belki de…
Benim aklım almıyor en çok sevilenlere en çok zulüm niye yapılır. Bir kadına bir erkek niye şiddet uygular, çocuklara niye kıyılır. Ve neden kadınlar cinsel ikramiye gibi sunulur. Eğitim denilen şeyin artık bağımlısı değilim ve bana hiçbir şey ifade etmiyor. Eğitimli insan profili vicdani ve insani değerleri olmadığı sürece, konumu statüsü ne olursa olsun benim için artık bir hiç.
Büyütmeyelim gözümüzde, yetkin ve etkin olduğunu zanneden, insanlıktan yoksun olan yöneticileri idarecileri.
Benim saygım adaletli ve hakkaniyetli olanlara, ağzının suyu akanlara ve aciz olanlara değil!