"Paranızı nerede değerlendiriyorsunuz?"

     "Benim o kadar param yok ki!"

     "Olanı..."

     "Türk Lirası!"

     Bu söyleşi sırasında mahcup oluyordum. Uyanıkların, güçlülerin sempati topladığı dönemde, fırsat varken yoksul kalmak saflıktı be!

     Güçsüzlük değil, gülünçlük üzer beni daha çok. Beceriksizliktir, oyun dışından da olsa, ayağa gelen topu filelerle buluşturamamak.

     Kural mı? Değer mi?

     Ne kuralı! Ne değeri?

     Kapışmanın kuralı, değeri mi olur? Haydi bir şeyler kap! Sel gider, kum kalır. O zaman düşünürsün kuma kuşu gibi.

     Böyle konuşup dururken içimde, kendimle:

     "Kaç çuval şeker aldınız?"

     "Biz şekeri çuvalla almıyoruz ki! Birkaç kilo var evde. Bittikçe alırız."

     "Kaç teneke yağ?..."

     "Ne yağı?"

     "Ayçiçek, zeytin..."

     Boş bulunup sordum ben de ona:

     "Sizde kaç teneke?..."

     "On, on beş... vardır."

     "Bizim mutfaktaki teneke yarım. Bir teneke de yedek olur her zaman."

     Daha fazla övünmesine fırsat vermemek için yürüdüm yürüdüm. Son günlerde yiyecekleri azalan köpeklerin, kedilerin çapsız duruşlarına üzüldüm.

     O adam gibiler haklıydılar. Çünkü güven içinde olmalıydılar. Paylaşma, dayanışma kültürü onlara uzaktı. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." sözünü hiç duymamışlardı.

     "Artı değer" yeterince konuşulmamıştı bu topraklarda. Hakça paylaşımı savunan değerleri yoktu bu kültürün sanki!

     Bu topraklarda Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Nasrettin Hoca, Atatürk... yaşamamıştı sanki!

      Üretim, özgüven, yerli-değerli birlik, dayanışma ve paylaşım. Kurtuluşun, gülmenin yolu... İç barış önce yani!

     Dışı gösterip kurtulamazsın. O dış tehlike her zaman vardı. Yoksa Göktürk Yazıtları, Ergenekon Destanı boşuna mı okundu? Bilge Kağan ne demişti? Gereğini kaç yıl sonra yapacaksın?

     Benim en çok merak ettiğim şey:

     Bana sorular soran o adam, acaba, güneşli günler geldiğinde hangi bayrağı sallayacak alanlarda?

     Sağ kalırsam gözüm onda...