Camiye erken girdim. Merdiven duvarına yaslanıp hocayı dinledim.

     Hoca, arkadan konuşmanın, dedikodunun kötülüklerini anlattı. Ayetlerle, hadislerle, İslâm büyüklerinin sözleriyle, söylenceleriyle destekledi anlattıklarını.

     Kendilerine kitap verilen peygamberler, kitapların adları anıldı saygıyla. Hoca kendilerine suhuf (sayfalar) verilenleri sordu bize. Cevap bekledi. Cevap alamadı. Biz camide susmaya alışmıştık.

      Bir yaşlı mırıltı gitti öndeki sıradan:
     "Biz nerden bilek! Üniversite mi okuduk!"

     Âdem Peygamber, Şît Peygamber, İdris Peygamber, İbrahim Peygamber adları geldi hocadan.

     Hoca, dini kaynaklarından öğrenmenin, hurafelere aldanmamanın önemini vurguladı.

     Ezan okunurken şöyleşi bitti. Dualara âmin dedik. Namaza geçtik.

     Dalıp gittik dünyanın üç beş kuruşunu geride bırakıp. Selamlar, rükûlar, secdeler, farzlar, sünnetler, vacipler... Uyumla, hep birlikte, dualara özlemler dizdik. Arındık,
içimizi güzelleştirdik.  Birbirimize:
     "Allah kabul etsin," dedik.

     Dünyamızı yorumlayıp yargılayıp öbür dünyaya yol ayarlamanın huzuruyla çıkışa yöneldik.

     Dışarı çıktım. Ayakkabılarımı giyerken eğildim. Gözlerimin önündeki görüntü, aldı götürdü beni yine bir başka dünyaya.

     Yere bağdaş kurmuştu genç bir kadın. Betona, o saatte... Sarıyla yaldızlanmış bir esmer güzeli, yüzü kuru, saçları dağınık, aile planlamasından habersiz, gözleri canlı, ağzı dualı, arkeoloji müzesinde gibi duruşlu, rahat bir kadın avuç açmıştı.

      Aktris anaya yaslanmış, yüzü kemikli, saçları yağlı ve büklüm büklüm, giysisi buruşuk bir kız çocuğu. Paçavraya sarılı süt çocuğu kucakta uyuyordu. İki yanda yere çömelmiş iki boncuk gözlü bakıyordu.

     O boncuk gözler delirtti beni. Bu kadar mı şeker olur insan bu kirin pasın içinde! Bakışların gülüşe sarılı sızısı aktı aha şurama! Gecenin bu saatinde, çocuklar, cami önünde, bozuk parayla oynuyorlardı. Cennete ayarlı bize oyun sunuyorlardı. Uyku, okul, oyun çocukları gecenin bu saatinde beton üstünde, üstelik cıvıltılı...

     Bu çağda, Türkiye'mizin en gelişmiş illerinden birinde... Ah be! Ruhlar hâlâ yaralı.

     Ortada bir 5 TL . Çevresinde lira ve kuruşlar. Şıkır şıkır, çocukların gözlerinden dökülüyor ellerden düşenler. Gözlerinde ışıltı gördüm çocukların, bozuk para döküldükçe. Artist çocuklar seviniyorlardı ağlamaları gerekirken. Etkilenmek kaçınılmaz insansan. Ağlamak mı, gülmek mi? Duygular sapıtmıştı.  

     Para, lanet olsun sana! Paranın deli dağılımı...

     İnsan yanım dalgalandı. Cebimde ne kadar bozuk para varsa aldım dualı avucuma, hepsini boşalttım çocukların gözlerine. Aslında gülüşleri satın almaktı amacım. Gülüş satın almak, huzur bulmak, böyle olası mı?

     Boşalmak işte benimki!

     Hep görürdüm bunları da 23 Nisan 2022'de bir başka duygulandım. 102. yılda çocuk ve kadın böyle mi olacaktı benim yurdumda?

     Boşaldım da durulamadım.Yürüdüm kimseyle konuşmadan. Yolu uzattım. Gözlemin dalgaları kalbimin kıyılarını dövüyordu. Camiden aldığım bireysel huzur küsmüştü. Çocukları düşündüm. Bakacak kadar çocuk, dedim. Bu kadar büyük güçten sonra küçücük sorunların çilelerine öfkelendim. Zordayken çok çocuk niye, diye düşündüm. Aman Allahım! Çok da sevimliydiler! Dünyaya gelmişler, suçsuzlar!

     Yazık!

     Köpekler, kediler yoktu ortalıkta. Bir sürü ışık karanlığı delmeye çalışıyordu. Karanlık, geceyi teslim alırken girdim sıcak evime.

     Son haberlerde atışmalar vardı. Devlet büyükleri bir bakıma anlaşmışlar o konuda. "Gidecekler! Göndereceğiz!" diyorlardı. Seçmenlerin havaları alınıyordu bir bakıma.

     Lanet para! Lanet savaş! Ortadoğu! Uygarlıklar beşiğinin beşiksiz kalmış çocukları! Bilgisiz, bilinçsiz yaşamların savruluşu sömürü çarklarında. Yurttaş bilincinden uzak, tuzaklara hazır gelecek! Mustafa Kemal aydınlığından habersiz, ürkek, ama kurnaz dolaşmalar Anadolu topraklarında.

     Kadınlar, çocuklar ve ağızları dualı yaşlılar... Göğe avuç açıp yerden medet umanların çileli gidişleri ve her şeye büyük büyük konuşanların derin suçlu susuşları.

     Bilimsel insanlık düzeyi ve adalet ve lanet savaş!..

     Ukraynalı kadınların, çocukların sarıya boyanmış esmer görüntüleriyle dalıp gitmişim silah sesleri eşliğinde. Binalar, arabalar, paramparça yollar, yıkıntı, çöküntü gecenin ekranlarında.

     Düş müydü, gerçek miydi yeni görüntü, bilmiyorum. 

     Market çıkışı. Elimde poşet. Köşeyi dönüp fırına yaklaştım. Pide parası ayarladığımı gören yerden geldi ses:
     "Allah rızası için bir ekmek parası!"

     Sese döndüm. Yalnız bir kadın vardı karşımda bu kez. Kara giysiden taşan elden anladım, daha gençti sesin sahibi.

     Gözleri vardı önümde bir tek kimlik olarak. Evet, yalnız, genç ve güzel bir kadın! Ah bizim erkekler! Sokakta yalnız ve avuç açarak dolaşan bir kadın ve bizim aç avcı erkekler! Bizim, dedim. Maalesef bizim!.. Ellerine düşmeye gör!

     Yazık! 

     Roller hep aynı: Müslüman, dualı! Gerçek mi düşkünlük, parasızlık? Bu filmin diğer sahneleri nerelerde çekilir ki? Düşündüm, kurdum da acıma duygumu frenleyemedim.

     Gözlerin sesiyle kendime geldim:
     "Amca, Allah rızası için bir ekmek parası!"

     Kadının önünde dondum kaldım. Dilenmeye tepki kararı almıştım. Bir pide parasına bir de kadının gözlerine baktım. Sessiz ses:
     "Gözlerim bir yerden ısırıyor seni amca!" dedi dostça. Yaklaştım kadına iyice. Gözlere  baktım, baktım, çevreye aldırmadan. Evet, doğruydu, benim gözlerim de bir yerlerden ısırıyordu onu. 

     Tanışıktık.

     Yitik gözleriydi yüreğimi burgu burgu delen. Düşkün dilenci ya da oyuncu!.. 

     Onlarda annemi, onlarda kızlarımı, teyzelerimi, babaannemi, anneannemi, bütün kadınlığı  gördüm. İçim acıdı. Bir çivi battı yüreğimin ta ortasına, yandım, kavruldum. Sokağa düşen gözler çok güzeldi. Kıyamazdım onlara basmaya. Bir kadın, sokakta, ekmek için avuç açıyordu ey insanlığım! Bir kadın! Sokakta!.. Olamaz be! Olamaz kim olursa olsun! Nereden gelirse gelsin! Üstelik Müslüman söylemlerle oluyor bu iş!

     Lanet para! Paranın adaletsiz kapılışı!..

     Bulan saraylarda, bulamayan çöplüklerde! 

     Of be! Of be!

     Yetemezdim dertleri çözmeye! Bağırsam çağırsam anlamazlardı. Sövüp saysam alıp bir yerlere götürürlerdi beni. Kolay olanı yaptım. Güçsüz yanım öne çıktı: Dökülüverdim. Ağladım! 

     Kadın da ağlıyordu. Onun uzattığı kâğıt mendille gözyaşlarımı sildim. Bozuk pide parasını kadının avucuna boşalttım. Kadın avucundaki paraları, çevik bir hareketle, cebime attı,  koşarak yanımdan uzaklaştı, yan sokağa dalıp gözlerden kayboldu.
Bakakaldım arkasından. Bir anda ne olduysa o silik kadın dirildi uçup gitti. Bir daha hiç görünmedi gözüme.

     Ötelerden gelen bir şarkıya takıverdim gönlümü:
     Sanki her tarafta var bir düğün.
     Çünkü, en şerefli en mutlu gün.
     Bugün yirmi üç Nisan,
     Hep neşeyle doluyor insan. 

     İşte, bugün bir meclis kuruldu,
     Sonra hemen padişah kovuldu.
     Bugün yirmi üç Nisan,
     Hep neşeyle doluyor insan. 

     Bugün, Atatürk'ten bir armağan,
     Yoksa, tutsak olurduk sen inan.
     Bugün yirmi üç Nisan,
     Hep neşeyle doluyor insan.