Doğduğun yerde gurbetçileştirilirken

Abone Ol

1960’lar da ve onu izleyen 70’lerde Türkiye’ de denince akla ilk sıralarda acı acı yakılan türkülerle süslenen gurbet kavramı geliyordu. Daha iyi hayat şartlarına kavuşmak isteğine sahip Anadolu insanı, yeni bir atılımın peşinde olan ve insan gücüne ihtiyaç duyan Avrupa kapısına yığılıyordu. Almanya ucuz işgücü, biz, yeni bir kader söylemini bulmaktan memnun, günümüz Türkiye’sine döşenen taşların kültür motiflerini uygulama mutluluğuna ermiştik. Kimin ailesinde yoktu ki bir “alamancı”?

 Yakın tarihli bir örnek: “Alamancı” kültürü

      Gurbetçilik kavramı yerleşirken uzantıları beyazperde ye de farklı tonlarda yansıdı. En sertlerinden biri Tuncel Kurtiz’in Stocholm’de kaybolup, donarak ölme sahnesidir. İkiye katlanıp kaderine bağdaş kurmuş bir gurbetçi henüz yabancı bir ülkeye yerleşemeden, onun soğuk sularına karışır gider. Tunç Okan’ın dramatik “Otobüs” filmi 1970’lerde artık Türk istemeyen ve göçü önlemeye çalışan Almanya zamanında geçiyordu. Zira ülkede ikinci sıraya Türkiye’den gelen ve Türkçe konuşanlar yerleşmişti. Gideceğe de benzemiyorlardı.   

      Kuşkusuz, “Alamanya’ya işçi göçü” apayrı bir kültür doğurdu Türkiye’de. Resimden sinemaya, edebiyattan şiire birçok ürün verildi. 3 Kuşak sonra Fatih Akın gibi Türkler içeriden “Duvara Karşı” yaşadıkları çelişkileri sıralıyorlardı. “Kobra Takibi” adlı Alman yapımı uzun yıllar devam eden polisiye dizinin iki kahramanından biri Türk’tü. Göçmenleri ABD, Kanada gibi kalıcı görmeyen Almanlar bile dizide de olsa diz çökmüştü.

      Bizde ise bir süre gurbetçiler konusunda politika ufuksuzluğuna düşen yerel yöneticiler uyanıklık yapıp onları taze döviz kaynağı olarak gördüler. Milli ve dini duyguları körüklenen göçmen işçiler, hükümetlerin her sıkıştığında koştukları gelir kalemlerinden biri oldu. Ne ki akıl ve tutarlılıktan yoksun politikalar “organize işler” düşünmekten “organik bağlar” kurmaya kendilerini veremediler. Şaşılacak da bir şey yoktu bunda. Türkiye “ana vatan”, “ana yadigarı-baba yadigarı” gibi nutuklarla gurbetçileri bir arada tutmayı başarıyordu ya daha akılcı politikalar geliştirmekle zaman kaybetmeye ne gerek vardı?

 Zamanın hızlı tarihi

       “ Menderes döneminin bitişi, radyolardan okunan isimler, idamlar, ‘27 Mayıs Askeri Darbesi’ ve 1961 Anayasası gibi çalkantılı günlerde gidebilenler yeniden yapılanan Almanya’da alıyordu soluğu. 1968 öğrenci hareketleri ile tüm dünyanın yüzünü bir özgürlük ve barış başkaldırısı dalgasının yalazı ısıttı bir süreliğine. Ortalıkta Vietnam Savaşına batmış bir Amerika vardı ve belirgin bir kutuplaşma ile dünyanın yarısı Moskova’ya odaklanmıştı.

     O süreçten bugünlere binlerce olay ve kahraman yaşadı, öldü, gitti. Milyonlarca tını besteye dönüştü, söylendi; kimi klasik oldu, kimi unutuldu. Dünya haksızlık ve çelişkilere karşı güzel bir dünya oluşturmaya çalışanların fikirlerini tartıştı; fikirler bazen işkencecilerin elinde vahşet ile karşılık buldu. Kan durmadı. Kafalar biraz daha rahatlamadı. Bilim şaşırtan derece de ilerledi; her söylemde atıfta bulunulan mutluluk bir türlü gelmedi. Ölümcül hastalıkların biri bitti, kökü kurudu derken, daha beteri ortaya çıktı! İlaç piyasası diye bir gerçekliğin olduğunu halen daha birçok kişi anlayamadı. Gözlerimiz görmek istediğini görmeyi tercih ederek insanı yanı başındaki soruna kulak tıkamaya alıştırdı. Bir yanda eğlence tavan yaparken yanı başında insanlık dibe vurdu. Gazeteciler için bu tür görüntülere servis yapmak olağan hale geldi. Gazetecileri fırçalamak, azarlamak, basın özgürlüğünü alaya almak iş bile değil artık. Yaşadığımız dönemin ve coğrafyanın asıl acı gerçeği, ne yazık ki gazeteci olsun, işçi olsun, işsiz olsun, birey, her türlü yasal örgütlülüğü kolayca çözülebilen dünyada yalnızlaştırılarak içerde ve dışarıda çaresiz bırakılıyor kısaca. 

 Kafamız daha karışık, gözlerimiz daha yorgun

      Bu ve buna benzer bir sürü şeyi yılgınlıkla konuşmak günlük hayatın bile dilini bozdu. Kafamız daha karışık, gözlerimiz daha yorgun. Nitekim kentleştiği veya kentleşmeye çalıştığı sanılan insanlar pembe romanlar okur, başka dünyalara kaçardı. Demek ki bir güven ve huzur hissi veren neticede adı hayal dünyası da olsa gerçekleşmesi umulan güzel rüyalara inanılıyordu. Seri halde gelen yenileşme dalgaları torba yasaları hatırlatıyor artık. Torbadan yani hayattan ne çıkacağı belli değil. İşsizlik mi, taşeronlaşma mı, boyun eğme mi, göç mü? Güven yerine koşulsuz biat, çözüm yerine öğretilmiş çaresizlik!

      Popüler tarihçiler ve köşe bezirgânları roman kahramanları gibi her çelişkide aldırmaksızın yeniden övgü dizdikleri onlarca korumayla gezen şirket gibi diktatörleri diriltip sıradan insanın yapayalnız çaresizliğini “komikaze” ettiler. Parçalanmış hayalleri depresyon ilaçları ile tedavi edemeyen beyin varolmanın kuralları ile gerçek diye sert bir uyumluluk alanına kaçmaya başladı. Görece kuvvetli ama inandırıcılığı az olan grupların çatıları taraftar bulmakta zorlanmıyor ama politik ve sendikal alanlarda yeni bir dil ve yeni bir güven yaratmak oldukça zor. İnsanlar inanmadıklarına inanmak zorunda bırakılıyor. Herkesin inanmak için haklı bir nedeni ver ama herkes için akli bir neden bulmak zor; çünkü aklı tutuklatan korku almış yürümüş. Pervasızlığı yetenekli genç kalemlerden beklerken belki bundan sonra daha sıklıkla beklemediğimiz “hoca, reis, El-bilmem ne?” lakaplı yerlerden göreceğiz ve ipin ucu iyice kaçacak!

 Iraklılar, Suriyeliler, Kürtler, Türkler

      Umarım, yukarıda “geliyorum” diye terör estiren olumsuz hava bize bütünüyle hâkim olmaz. Hani hâkim bir yılgınlık var ama uğraşsak üzerimizden atarız, diye düşünmek istiyorum çoğu kişi gibi. Ulus devlet kavramı dünya da terk edilirken yerine konuşlandırılan yeni liberalliğin eskiden “vahşi kapitalizm” diye tariflenen durumdan farkı yok. Belki de daha beteri. Ölüm, acımasızlık, düşmanlık körüklendikçe insanların gözleri dönüyor, mantık ortadan kalkıyor. Demokrasi, içi boşaltıldıkça anlamlandırma yapmanın imkansızlaştığı (Fransızca kökenli) absürt, (Almanca kökenli) kitsch, yine Fransızcadan devşirme arabesk bir sanat eseri sanki! Peki, biz ona niteliğini tartışılmaz yapacak değeri kattık mı ki?

         Vatanını bırakmak zorunda kalıp ülkemizde misafir olan milletler belki bir süre sonra daimi olarak bu topraklarda kalacak artık. Nedense hepsini kabul edecek babayiğit bir batı ülkesi olduğuna benim inanasım gelmiyor. Bizim içinde bulunduğumuz durumun hali tarihsel olarak da bir kere daha onlarla ortaklaşa bir kader birliğine doğru gidiyor. İstesek de istemesek de bu coğrafya insanı yeni çözümler ona dayatılmadan çözümlerini kendi üretmek zorunda. Tam da demokrasi kavramını anlamlandırma zamanı oysa. Kimsenin kafası o noktada değil ama “oluşturma” adı üzerinde oluşturmak için oluşturulmuş anlamsız, uydurma bir TDK kelimesi değilse özellikle akademisyenler kafa yormalı bu işe. Bir an önce beyin fırtınalarına başlamalı. O yürek varsa, bize sadece “ara eleman” olarak bakıldığından öncelikle o bürokratları sırtından atmalı. Mantığını kullanmayı artık becermeli. Bizi kabul edecek çapta başka bir diyar yok. Vatan, şimdi tüm dünyada daha kıymetli bir mülk; hem de elde kalan yegâne mülk.

      Hamasete dalıp bu hissiyattan da fazla uzaklaşmamalı. İkinci bir pasaportu olanlar bu gemiyi terk edebilir. Fakat olmayan? Doğduğun yerde gurbetçileştirilirken olan biteni seyretmek de o gurbet türküleri gibi acı olmalı?