EĞİTİM SUÇLUSU

Abone Ol

      On üç yaşımda öğretmen oldum, derim hep. Köy Enstitüsü kökenli Göl İlköğretmen Okuluna gittiğim yıldır beni o yola koyan. 
O yolda, yaşayarak, yaparak eğitimin yanında, yurtsever bir dünya görüşü edindik. Yurdumuzun çocukları için ana baba olacaktık. Türkiye'mizi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak için, halkımızla birlikte, özveriyle, çalışacaktık.

     Beni, devlet, parasız yatılı okuttuğu için, kendimi, yaşam boyu, toplum görevlisi olarak gördüm. Öğretmendim, aynı zamanda denetmendim, birçok şeye karışandım. 

     Aylığım dışında, eğitim ortamından rant çıkarmayı, işe ticaret karıştırmayı ayıplı gördüm. Öğrencilerimizi, okulumuzu donatma  görevimin karşılığının peşin ödendiğini düşündüm. Bu konuda özel davrananları yadırgadım. Yadırgadığım işlere, suyun akışında bazen ben de daldım. 

     Hele bir gün bir öğretmen arkadaşın sözleri beni zıplattı. 

     "Hayri Öğretmenim, bu devirde, bir edebiyat öğretmeninin araba alamayışını anlamıyorum. Dersiniz temel ders, çok soru çıkıyor. Özel, dershane... Demek ki sorun sizde!" 

     Evet, sorun bendeydi. Ben günün akışına değil, geleneğe takılmıştım. "Ana baba gibi" oluşun halkasıydım. Çökene omuz veriyordum galiba yeni oluşumlara koşarken herkes. Çok emek harcıyordum da... 

     Gelin, birlikte, eğitim gözlemlerimize, anılarımıza dalalım. 

     Göreve başlarken okul binaları yapımı, bakımı, onarımı, donatımı için yeterli ödenek ayrıldığını sanıyordum. Karşıma Erdoğan Salman çıkıverdi. Erdoğan ağabey, okulumuzun kurucusu, koruyucusuydu. Anladım, dernekler, birlikler vardı eğitim ortamı çevresinde.   Yöneticiler, veliler, eğitim gönüllüleri, çevre olanakları ölçüsünde çaba gösteriyorlardı. Çevresi güçlü olanın okulu da güçlü oluyordu. 

     Bazı velilerin, iyi okullara çocuk gönderebilmek için ne cambazlıklar yaptıklarını gördüm. Adres değiştirenler bile vardı. Buradan fırsat eşitliği olmadığı çıkıverdi hemen. 

     Okulları donatmak için siyasetçilere, esnafa, diğer hatırlı kişilere yakın olmak, eğitim adaletini bozucu, ödünler vermek gerekebiliyordu. Soğuk, mesafeli duruş çocuklara zarar verirdi. Birkaç kutu boya için, okulun kırık kapıları, sıraları ve pencereleri için kimlere, ne diller dökülüyordu!

     Eli öpülesi öğretmen ve yöneticisi, bazı kişilere şirin görünecekti. Kutsal mesleğin görevlileri denge sırığındaydılar sanki. Dengede iyi durabilen gözdeydi. 

     Bir gün, bütünleme sınavı  sonuçlarını müdürümüzün onayına sunduk. Müdürümüz, sınav kâğıtlarını gözden geçirip imzalarken, bir öğrencinin puanında takılıp kaldı. Ufladı pufladı. Bize:
     "Arkadaşlar, bu çocuğun geçmesi lazım." dedi. 

     Notun düşük olduğunu mırıldandığımızda:
     "Babası, okul bahçesine çakıl döktü, çocukları çamurdan kurtardı. Ona söz verdim. Bu çocuk geçmezse..." 

     Dinledik. Ağlayacak gibiydi, yüzümüze bakamıyordu. Bize danışmadan söz vermişti. Dinledik, üzüldük, ölçme değerlendirme adaleti içimizi sızlattı. 

     Ne yaptığımızı buraya yazmayacağım. Ne yaparsak yapalım bize kızanlar olacak nasıl olsa! Öyle bırakayım. 

     Yine bir sınav dönemi, okul dışından bitirme sınavı. Bir partinin ilçe başkanı da sınava giriyor. Okulun ihtiyaçları için çevresinde koşulan adamın, bırakın sınavı, okula girişi bile farklıydı. Herkesin girdiği kapıdan girmediğini siz de anlarsınız. Salonlarda ilgi farkı olmamıştır sanırım. 

     Yıllardan bir yıl, okullardan bir okul. Özel bir konuda, genel veli toplantısı. Okul müdürünün istekleri doğrultusunda, müthiş tartışmalar sonunda iki önemli karar alınmıştı:
     1. Tuvalet ve sınıf temizlikleri, yeterli temizlik görevlisi olmadığı için, sağlıklı değildi. Çocuklar hasta olmasınlar diye, veli bağışlarıyla hizmetli alınacaktır. 

     2. Artık bilgisayar okul ortamının olmazsa olmazıydı. Bilgisayar sınıfı kurulması için, elektrikçi bir arkadaşımız, kendine düşen kısmı üstlendi. Birçok veli de bilgisayar alımı için devreye girdi. Bilgisayar sınıfı kurulacaktı. 

     Bazı veliler, benim gibi, devletten bekliyorlardı her şeyi, bağırıp çağırıyorlardı:
      "Bunlar devletin işi, biz niye!.. Her toplantıda para para!.. Aidat ödemekten bıktık!" 

     Müdür, bütün tartışmalara karşın, ortamını güzelleştireceği için mutluydu. 

     Toplumcu, çalışkan, dürüst, aydın, emekten ve emekçiden yana, parasız eğitimi savunan bir zümre arkadaşım vardı bir zamanlar. O arkadaş, bir süre sonra hep test çözmelere takıldı. Sonra sevdiği öğrencileriyle birlikte, hafta sonları, bir dershaneye takılmayı seçti.

      Bir eylem sonrası, ulusal basında bir fotoğrafta gördüm arkadaşımı. Taşıdığı pankartta "PARALI EĞİTİME HAYIR!" yazılıydı.

     Öğretmen arkadaşlar da okullarındaki kalabalıktan, yetersiz donanımdan rahatsızlardı. Paranın yarattığı çekicilik, daha başarılı ve gözde olma isteği çok değerli birçok arkadaşımızı okul dışına kaydırdı. Okulların iyi öğrencilerini dershanelere, sonra özel okullara çekme çabaları da yoğunlaştı.

     Eğitim alanları çeşitlendi. Kurumlar arası yarışlar arttı. 

     Artık, okul yönetimleri, dershane ve özel okul tanıtım bültenleri, tanıtım kitapçıkları gönderiyorlardı sınıflara. Birkaç öğrenciyi bedava kaydettirme ödülleri de vardı. Öğretmenler günü çikolatalarının, çiçeklerinin iyileri dershanelerden, özel okullardan gelmeye başlamıştı. 

     Bir gün, bir sınıfta, bir veli toplantısında, bir öğretmen arkadaşın, bir veliye söylediklerini duyunca çok üzülmüştüm. 
     "Çocuğunuz, bu sınıfta harcanır. Onu gelecek yıl bir Temel Liseye alın. Yazık olacak oğlunuza. Hiç olmazsa sınav yılı... Zaten devlet katkısı da var." 

      İşte böyle! 

      Öğretmenler, yöneticiler, ellerindeki olanakları, özveriyle kullanıp öğrencilerini yaşam yarışına hazırlıyorlardı. Bundan sonra da en ağır yükü onların taşıyacağını hepimiz biliyoruz 

      Sık sık değişen sistemler, okulların sınav yarış alanı görünümleri, alınan eğitimin uygun iş sağlamayışı zaten bunaltıyordu halkı. Bir de yeterli bütçe ayrılmayışı güçsüzleştiriyordu kurumları. Güçsüzü kendi yakınlarının bile terk ettiğini biliyoruz artık. 

     Bilgi çağında, en büyük atılım eğitimde olmalı. Tabii ulusal bir heyecanla, herkesin katkı sunacağı bir hedefe, eşitlikçi bir davranışla... Hedef "çağdaş uygarlığı aşmak" aydınlıkla...

     Beni bu yazıyı yazmaya, izlemekte olduğum KÖY ENSTİTÜSÜ konulu bir televizyon programı yönlendirdi. 

     Okulların açılma heyecanı vardı, diğer taraftan okulların, öğretmenlerin donanım sorunları. Kurtuluş Savaşı sonrası atılımı gerekiyor, eğitimde. Hiçbir yatırımdan kaçınmadan, öğretmeni yardım için sağa sola savurmadan. 

     Gelecek güzel günleri bu çocuklar kuracaklar. Onlar fırsat eşitliği çerçevesinde öğrenip geleceklerini görebilmeliler. 

     Bir konuşmacının şu sözleriyle yazımı bitirmeye karar verdim:
     "Köy enstitüleri, on yıl daha yaşayabilseydi, bugün İsveç, Norveç seviyesindeydik."

     Bitmedi. 

     Geçmişe takılıp kalmadan geleceğin öncülerini çıkarmalıyız. Bütçeden en çok ödeneğin eğitime ayrılması için demokratik baskı uygulanmalı. Okullar çevrenin gücüne bırakılmamalı. Öğretmen (devlet-özel ayırmadan) kimseye avuç açmadan işini yapabilmeli. 

     Ben altmış beş yaş grubundayım. Bu salgın döneminde çocukları çok iyi gözledim. Sokaklar, bizim peşimizden, onlarındı. Onlar bizim kader arkadaşlarımız oldular. 

     Her şey onlar için... 

     Eğitim yanlışlarında suçlu arayıp zaman yitirmeyelim. Suç varsa, hepimiz suçluyuz.