Cuma akşamları televizyon kanallarına baktığımızda her kanalda bir profesörün dini program yaptığını
görüyoruz. Bu programları yapan kişiler, seyircilerin dini duygularını harekete geçirip bazı zaman
heyecanlandırıyor, bazı zaman hüzünlendiriyor ve bazı zaman da ağlatıyor. Her bir profesör ayrı
ayrı kanallarda dini anlatmaya çalışırken kendini tutamayıp, kahramanlık menkıbeleri yazıyor. Bir
kanalda Uhud, bir kanalda Bedir, diğer bir kanalda ise Rumlarla yapılan büyük savaşları anlatılıyor.
Seyirciyi coşturabilmek için bir amigo gibi elinden gelen gayreti gösteren profesörler, kahramanlık
hikâyeleri anlatıyor, olmadı, ilahiler okuyor, daha da olmazsa hüngür hüngür ağlayarak, seyirciyi
heyecanlandırıp, gaza getirmeye çalışıyor.
Buraya kadar anlatılan konular bizi hiç ilgilendirmez, çünkü insanlar ister ağlar ister güler, isterse
çıkar göbek atar. Buna kimse karışamaz. Ancak sonrasında anlatılanlardan “bana ne” diyemeyiz.
Anlatılanlar, İslam ile ilgili olduğu için, her Müslüman’ı ilgilendirdiği gibi beni de yakından
ilgilendiriyor. Bir tanesini sizinle paylaşmak istiyorum. Ekranda, konu mealen şöyle anlatılmakta:
İslam’ın savaş dehası olan Halit Bin Velit’in savaş esnasındaki kahramanlık olayları heyecanlı bir
şekilde anlatıldıktan sonra, yine bir gün Peygamber Efendimiz Halit Bin Velit’i görüyor ve ona
“Ey Halit sen de bir haller görüyorum, yoksa sen hasta mı oldun?” diye soruyor. Halit, “Evet, Ya
Resulullah bana cinler musallat oldu” diyor. Resulallah hemen bir dua okur ve dua bittikten sonra,
Halit’e soruyor: “Şimdi nasılsın?” Halit, “Hiçbir rahatsızlığım kalmadı, cinler beni terk etti ve şimdi
iyileştim.” diyor.
Yine geçenlerde aynı ekranda aynı profesör İslam adına yaptığı programda, “Cinler ne yer, ne
içer, reklamlardan sonra” diyerek seyirciyi merak içinde bırakmakta. Bunca insanın aç, açık
kaldığı, işçilerin emeğinin alın terlerlerinin çalındığı; işsizlerin, fakirlerin, yoksuların, asgari
ücretlinin kendisine, ailesine yetemediği bir zamanda kalkmış, “Cinler ne yer, ne içer” onun derdine
düşmüş. Elinin körünü yer! Ne yerlerse yesinler, bunun kime, ne faydası var ki? Bunlar kimseye
faydası olmayan boş şeylerdir. Allah Kuran’da zenginlerin ihtiyaçtan fazlasını infak etmelerini
emretmektedir. Peygamber, “Komşusu açken tok yatan insan, bizden değildir” buyurmakta. Aç
adamın dini imanı olmaz. “Biri yer, biri bakarsa kıyamet asıl ondan kopar” diyen bu insanlar ne kadar
da doğru söylemişler.
KONUYA UYGUN BİR HİKÂYE
Yeri gelmişken bir hikâye anlatayım. Hikâye bu ya, bir kişinin namı o kadar yükselmiş ki, padişahın
namını bile geçmiş ülkede. Padişah bu kişinin derhal huzuruna getirilmesini emretmiş. Apar topar
huzura hemen getirilen kişiye sormuş padişah: “Senin ne hünerin var da, benim namımı geçtin?”
Şöyle demiş o kişi, “Padişahım, ben 5 metre uzakta bulunan bir iğneye buradan bir iplik attığım
zaman, o iğnenin deliğinden geçiririm.” Padişah meraklı bir tavırla, “Yap da, göreyim” demiş. O
hünerli kişi ipliği attığı gibi 5 metre uzaktaki bir iğnenin deliğinden geçirmiş. Padişah hayret etmiş
ve “Bunu tekrar yap bakayım” demiş. O kişi tekrar yapmış, bir daha yapmış, yine yapmış. Padişah,
“Hadi son bir kere daha yap bakayım” demiş. O kişi yine yapınca padişah vezirini çağırmış. “Bu
kişiye yüz altın verin ve yüz de değnek vurun” demiş. Vezir, “Padişahım yüz altını anladık da bu yüz
değnek vurmak neyin nesi?” demiş. Vezire şu karşılığı vermiş: “Bu kişi boş iş yaptı, yaptığı hiçbir
işe yaramaz.” Şimdi, cinler ne yer ve ne içer diyerek insanlara İslam dinini anlattığını sananlara,
“Yaptığınız şeyler boş bir iş, hiçbir işe yaramaz” demek gerekiyor.
CİNN NE DEMEKTİR KISA BİR SÖZLÜK ANLAMI
Cinn kelimesi Arapça bir kelimedir ve bu kelime iyi bir araştırılmazsa, bir peygambere dahi iftira
yapılabilir. CİNN: Sözlükte cnn kökü, mastar olarak, “Örtmek, görünmez hale getirmek”tir. Aklın
örtülmesi: Cinnet; Sık ağaçların her yanı örttüğü bahçe: Cennet; Et ve kemikle örtülmüş içteki duygu,
kalp gönül: Canan; Aklı örtülmüş, akıl hastası: Mecnun gibi kelimeleri bu köktendir. Şu halde cinn
sözcüğü örtük, insana göre görünmeyen öteki, yabancı manasındadır. Bu tanınmayan yabancı kişiler
olabileceği gibi, bize görünmeyen, haberimizin olmadığı diğer türler de olabilir. Bu türler şu an dünya
hayatında var olan ve insanların gözlerinden ırak yaşayan bir milyon canlı varlık türü olabileceği gibi,
yaratılış sürecinin önceki zamanlarında ortaya çıkmış varlıklarda olabilir… (Daha fazla bilgi için,
“Yaşayan Kuran”a bakınız.)
Ortaçağ da olarak bilinen 700-1400 yılları arasında, Müslümanlar ilmin zirvesine yükselirken,
bugünkü Avrupa ise 0-1300 yılları arası ilimden uzak kalmış, karanlık çağa gömülmüştür. Bu
ilimden uzak çağın dehşetlerinden bir tanesi de akıl hastası olan insanların içlerine şeytan ve cinlerin
girdiğini iddia edilmesiydi. Bu akıl hastalarını ateşlere atıp yakarak şeytan ve cinlerini çıkardıklarını
söylüyorlardı. Bunları kilise ve papazları din adına yapmaktaydı. 1400’lü yıllardan sonrada biz
Müslümanlar ilimden uzaklaşınca, onların durumuna düştük. Ortadoğu bunu örnekleriyle dolu. Bugün
Müslümanların birçoğu akıl hastası olan insanları ateşlere atmıyor, fakat cinci, muskacı, üfürükçü adı
verilen dalkavuk insanlara tedavi için gönderiyor.
Hâlbuki bu gibi beyin hastaları olan insanların tedavi işleri dinin alanına girmez ve dinin işi de
değildir. Bu hastalar, tıbbın alanına girer, yani tıbbın işidir. Böylesi hastalar bu konunun uzmanları
olan ya beyin ya da nöroloji uzmanları olan doktorlara gitmelidirler. İslam’a bu gibi hurafe
ve bidatler, Peygamberin vefatından kısa bir zaman sonra Hıristiyanlıktan, rivayetler yoluyla
İslamileştirilerek sokulmuştur. Sonuç olarak söylemek gerekirse, bu gibi programları yapan insanların
gayeleri İslam dinini anlatmak değildir. Onların gayeleri dinde olmayan, sonradan dine sokulmuş
hurafe ve bidatleri dinmiş gibi gösterip, süsleyerek tezgâhlamaktır. Onlar hem televizyonun reytingini,
hem kariyerlerini ve hem de alacakları paraları artırmaktadır.
Bir de Muhammed Peygamber’in ilk tebliğe başladığında insanlardan ne istediğini Kuran’dan
ayetlerle okuyalım: “De ki, ‘Buna karşılık olarak sizden bir ücret istemiyorum. Ben bir sahtekâr
değilim.” (Sad 86) . . . “De ki: ‘Sizden yakınlığın sevgisi dışında, bu tebliğim nedeniyle bir
karşılık istemiyorum.” (Şura 23)