Gazoz kapağındaki mutluluk

Abone Ol

Eğer yaşınız, kırkı, elliyi geçmişse bilirsiniz bu oyunu. Hatırlarsınız mutlaka ve o güzel duyguyu yaşarsınız. Otuzlu yaşlarda iseniz yaşamamışsınızdır belki. Fakat anlatıldığında yaşamış gibi olursunuz; bir nebze de “keşke bizde o yılları yaşasak” diye içten içe heveslenirsiniz. Yirmili yıllarda iseniz, hafif alaycı bir gülümseme ile, ”Bu ne ya!” diye söylendiğinizi duyar gibiyim.

Her bir kapağın değeri vardı. Yerli gazozumuz “Aksel”, ucuz olduğundan en değersizi idi. “Ankara” ise, eh işte !“Elvan”derseniz, en kıymetlisi. Tadı aromalı, afili de şişesi vardı tabi ki. Mesela bir “Elvan” kapağını, dört “Aksel” kapağı ile takas yapabiliyorduk. Onlarla oynadığımız “üst üste binmece” ve “itmece” oyunları en zevk aldığımızdı. Hele ki, kazanıp torba, torba biriktirdiğimiz kapaklar, bizim mutluluğumuza bir başka anlam kazandırırdı. Altın misali en bulunmaz yerlerde saklardık onları. Ve ogün gördüğümüz rüyalar bile “renkli sinemaskop”tu. Yüzümüz ter içinde kalmış, giysilerimiz kir pas olmuş umurumuzda mı? Bir de kararmış ellerimizle, üzerine peynir serptiğimiz “Sana yağlı ekmek” yersek, ooh… değmeyin keyfimize. Ve de mutluluğumuza.

Yalnız,“gazoz kapağı” oyunlarında değil; ”saklambaçta”,”çelik-çomakta”, dokuztaşta”, “çember çevirmede”, “yakar topta” hemen, hemen her oyunda bir stratejimiz olurdu. Onun hayalini bir gün önceden kurar, oyunlara öyle başlardık.”Rulmanlı el arabası” ya da telden yaptıklarımızda, ustalığın daniskası, hatta birazcık ta mühendislik vardı. Dokunarak, düşünerek kısacası hissederek oynardık tüm oyunları. Tarifsiz bir heyecan, coşku ve neşe vardı içimizde. Bizimkisi hayatın kendisi idi. Hiç bir zaman sanal olmadı oyunlarımız şimdiki gibi. Sevincimizin yanında, küskünlüğü de, kavgayı da ve sonrasında da barışı hep gerçek yaşardık. İnanın o barışın tadı bile başkaydı. Yeni tanışmış gibi olur, sevinçlerimiz, mutluluklarımız zirve yapardı.

Akşamın olduğunu, annelerimizin, isimlerimizi tek tek “hadi oğlum”, “hadi kızım” diye tatlı bir o kadar da kızgınlık belirtisi saklayan bağırışlarından anlardık. Derslerimize çalışır, ödevlerimizi yaptıktan sonra doğruca yataklarımızın içine. Uyumak yok hemen. Radyo tiyatrosunda, ”Yıldırım Önal’ın, Tomris Oğuzalp’in” büyülü sesinden Victor Hugo’nun“Sefiller’ini”, John Steinbeckin “Fareler ve İnsanlar’ını” dinlemeden nasıl yatabilirdik ki? Dinlediklerimizi hayal eder, öyle dalardık rüyalara…Ne mutluyduk bilemezsiniz. Şu an bile o günleri yaşar gibi oluyor; yüzümde o günlerden kalma bir tebessüm oluşuyor. Mutlu geçen çocukluğumuza olan özlemimizi, abim Temel Çakır, 19 yaşında yazdığı şiirle bakın nasıl anlatıyor: “Bir sesleniş uzaklardan koş diyordu o günlere. / Bağrı yanık topraklardan gel diyordu o günlere. / Mutlu, saf ve çocukça ağla diyordu o günlere. / Artık ben değil, sen gel, sen koş, / O mutluluk dolu günlere…”

Şimdi, böyle çocukluğa özlem duyup, bu şiiri yazdıracak kaç çocuğumuz vardır. Mutluluğunu, sevincini özlemle arayan… Bir, iki, üç… daha fazla olabilse keşke. Koşmasına kızdık,“aman terleme” diye. Zıplamasını istemedik, bir yerlerini kırar diye. Giydiği elbisesine, ayakkabısına her şeyine karıştık. Büyümesine müsaade etmedik, on dokuzunda dahi sırtımızda gezdirdik. Onun istediği değil, kendi istediğimiz okullarda okuttuk egolarımızı tatmin, ona buna caka atmak için. Hayata, dokunmasına, tat almasına karıştık, önüne cam bir ekran koyup gerçeklerden uzaklaştırdık. Sanal bir yaşam kurduk her şeyden koparmak için. Kötülüğü, güzelliği, doğruyu, yanlışı, yaşayarak değil de, seyrettiği dizilerden, filmlerden öğrensin diye. Her istediğini aldık, bir dediklerini iki ettirmedik, mutluluğu yaşayarak değil de, televizyondan, bilgisayardan, bastığı tuşlarla bulsun diye… Kısacası dokundurtmadan, tatmadan, yaşatmadan, hayatı önlerine bir tepside sunduk. En nadide can çiçeklerimizi büyütürken, karın, yağmurun yağacağını; ara sıra şimşeğinde çakacağını hiç düşünmedik. Sandık ki güneş hiç batmayacak.

Masumiyet timsali çocuklarımıza, lütfen “mutlu olma” şansını verelim! Bırakın elleri kirli, yüzü terli, yediği de “Sana yağlı ekmek” olsun! Yeter ki yüzleri gülsün, neşeleri bol olsun!