Elektriği, suyu olmayan bir dağ köyünde, ahşap bir evde açtım dünyaya gözümü… Gaz lambasının ışığı ile aydınlanır, annemin güğümlerle taşıdığı çeşme suyundan içer, onunla yapardık temizliğimizi. Yatak-yorgan, kap-kacaktan başka hiçbir şeyimiz yoktu ama mutluydum, sevgi boldu çünkü hanemizde…
Soğuksu’nun tepesinde, iki göz odadan ibaret bir evde geçti çocukluğum, bu kez su da vardı, elektrik de… Tuvalet dışarıdaydı, hele geceleri hacet gidermek bin türlü sıkıntıya göğüs germeyi de gerektiriyordu. Mutluydum, gündüz akşama kadar oyun peşinde koşturduktan sonra doyamadığım uykuların evi sımsıcaktı…
Gazi Mustafa Kemal İlkokulunun, şimdi yalnızca anılarımı süsleyen kapısından, öğrenmeye en aç çocuklardan biri olarak girdim… Yoksulluktan doğru düzgün bir önlük bile yoktu üstümde… Okulun en seçkin öğrencilerinden biri olarak itibarım çok yüksekti ama… Mutluydum…
İlkokula giderken, yaşam tarzı, ilişkileri bambaşka bir mahalleye taşındık… Oda sayımız artsa da yoksulluk diz boyuydu yine de… Mutluydum, çok farklı insanlarla tanışmış, bambaşka sevgilerle sarmalanmıştık, beni ben yapan değerleri de oluşturmaya başlamıştım bir yandan…
Sokak gürül gürüldü o yıllarda, “Tarla işleyenin, su kullanın” diyen Ecevit, halkın umudu olarak yürüyordu iktidara, mutluydum, çok umut doluydu ülkem…
Derken bahar yüzlü bir insan, Beherengi’nin “Küçük Kara Balık”ı ile tanıştırdı beni… Hiç bitmeyecek okuma serüvenim o sayede başladı, okudukça başkalaştım… Çok geçmeden “Başka dünya” isteyenlerin seslerine kattım çocuk sesimi, mutluydum o sesler arasında…
SINIF MÜCADELESİNİN TA GÖBEĞİNDE YER ALDIM
Sonra MC’ler geçti üstünden umudumun, 1 Mayıs 77, Maraş, Çorum, Bahçelievler, 16 Mart katliamlarının ateşinde yandı yüreğim… İçim acıdan oyuk oyuk olsa da, “bir ölür bin geliriz” diyordu türkülerim… Ayaktaydım…
Kenan Evren adlı bir diktatör baltayla doğradı delikanlı düşlerimi… Korku imparatorluğu ülkenin her karış toprağına hâkim olsa da bu karanlığı delip geçecek umudu görüyordum ülkemde…
Sevgili eli tutmadan anahtar tuttu elim. 15 yaşında girdiğim çırak kursundan, bıyıkları terlemiş bir işçi olarak çıktım. 17 yaşında aldım ilk maaşımı. Mutluydum, ekmek paramı alın teriyle kazanacak bir işim vardı artık... Sınıf mücadelesinin ta göbeğindeydim ayrıca…
Büyük madenci grevinin en ön saflarındaydı elbette yerim… Büyük bir coşku ile adımladım Ankara yollarını… Buz tutmuş Mengen dağlarını umuduyla ısıtan altın yüreklerin arasında ben de vardım… Ekmeği, onuru için yazılan destanın bir hecesi olduğum için mutluydum…
Faili meçhullerin, bin günde yapılan bin operasyonların ülkesi haline geldi Türkiye; domuz bağlarıyla öldürülen insanların, enseye indirilen palalarla işlenen cinayetlerin mahalli oldu… Barışı mutlaka kazanacağımız, katillerden hesap soracağımız umudu yüksekti hâlâ içimde…
Aşık oldum, dostlarla halaya durduğumuz bir düğünle kurduk dünya evimizi… Yarın umudumu dağlar gibi çoğaltan dal bakışlı iki evlatla en varsıl zamanına ulaştım hayatımın…
HER BİTİŞİ YENİ BİR BAŞLANGIÇ SAYIP, YENİDEN SARILDIM HAYATA
Kandilli, Kozlu grizuları nasıl da yaktı içimi, nasıl da hayata küstürdü… Eksili karanlıklarda ekmeği bölüştüğüm insanları suçlu gözlerle uğurlarken, işimize, aşımıza geleceğimize sahip çıkma kavgasıyla diri tuttum umudumu…
Sivas yangını, bir alev topu geçti ruhumun üzerinden… Yitip giden bedenlerin peşinden çok gözyaşı döktüm… Uğurlamaya gittiğim Ankara’da, matemli kalabalıkla birlikte yürürken is kokuyordu hava… “Hesabı mutlaka sorulacak” duygusuyla kurtardım kendimi boğulmaktan…
Önce babam, sonra annem, çileleriyle birlikte sıcaklarını da alıp giderek dayanılmaz yalnızlıkların içine attı beni… Dostlarım ve çocuklarıma yaslanarak tükettim yalnızlığımı… Her bitişi yeni bir başlangıç sayıp, yeniden sarıldım hayata…
Durmadı hayat… En kara yüzünü takınıp ölümlerle, katliamlarla gelmeye devam etti üzerime… Beterin beterini, kötünün en kötüsünü, dibin en dipsizini gördüm… Yaşarken cehenneme girdim Soma’da, cayır cayır yandım… Bin türlü yoksulluktan, kırandan, kıtlıktan geçtim… Ama son yıllardaki kadar umudumu yıkmadı hiçbiri…
7 Haziran’ın ardından Suruç’ta, Ankara’da, İstanbul’da, Gaziantep’te, Elazığ’da, Bursa’da, Kayseri’de, velhasıl her yanında ülkemin, binlerce parçaya ayrıldı bedenim, insan yanım lime lime doğrandı katliamlarda…
Meydanlarda halka ateş açıp, meclisi bombalayacak kadar alçaklaşan canilerin kurşunlarına hedef oldum defalarca, tanklarla geçtiler üstümden…
O katilleri o mevzilere yerleştiren aymazların yüzsüzlüğü daha çok öldürdü ardından beni… At izi, it izine karıştırıldı ustaca, ahali katillerini çılgınlar gibi alkışlarken meydanlarda, bense insanlığımdan utandım…
Yetmemiş gibi, akasya-nergis kokularımı, yetimevin kıyısına sakladığım düşlerimi, “Küçük Kara Balık”ın (kırmızı mı deseydim yoksa) coşkusunu yitirdim; yarın umudum, yaşam sevincim, ışığım tükendi…
Git artık 2016, lütfen tüken… Yarattığın karanlığı, katliamları, onulmaz acılarını da al ve çık hayatımdan...