Adonis Lübnanlı bir dünya şairidir, tıpkı Türkiye’nin gururu, dünya şairi Nazım Hikmet gibi. Geçenlerde Radikal Gazetesi’nde bir demeci yayınlandı. Şöyle diyordu: Temelinde din olan hiçbir siyasal hareket demokratik olamaz.” “Dini diktatörlük, kafanı, kalbini, ruhunu ve bedenini, yani bütün hayatını kontrol eder” diyen Adonis, dini diktatörlüğün askeri diktatörlükten daha kötü olduğunu söylüyordu gazeteye yansıttığı sözlerinde.
Biliyorsunuz, AKP Hükümeti, parlamentoda, türbanı yasa değişikliğiyle, üniversitelerde “kılık kıyafet serbestîsi” kapsamına alarak siyasette tartışma yaratan bir hamle yapmıştı. Aradan epey bir zaman geçti, türbanı şimdi meclis çatısı altında kıyafet özgürlüğü kapsamına alarak yeni bir hamle yaptı. Bundan sonra artık TC Meclisi kalpakla değil türbanla anılacak demektir. Şunun altını kalınca çizebiliriz. Bu saatten sonra, çağdaş toplumun laikliğine ait önemli bir değer, özgürlük adına tarihe gömülmüştür. 600 yıllık Osmanlı döneminin bir ürünü olan ‘din merkezli devlet ve toplum yaşayışı’ cumhuriyet devletiyle birlikte itelendiği sineden çıkartılarak tepeden tırnağa meşrulaştırılmıştır.
İslam dini AKP’ hükümetiyle birlikte vicdan ve ahlak düzelten/gözeten bir inanç biçimi olmaktan çıkmış, devletin halkı uyuşturmak için kullandığı resmi ‘afyon’ haline getirilmiştir bu hamleyle. Cumhuriyet düzeni, AKP hükümetiyle artık ekonomik ve siyasi anlamda din ideolojili otokratik bir yönetim düzenidir. Şair Adonis’in deyimiyle söylersek, dinin, siyaset dilindeki katalizörlüğü devlet ve toplum nezdinde çağdışı bir anahtara dönüşmüştür artık. TC devletine, bu türden bir yakıştırmada bulunmak beis sayılmaz bundan böyle.
TEK TİP BİR AHLAK NORMU OLMAZ
Eğer bir din insanların yaşam alanına girerek toplumsal ve sosyal yaşamı düzenleyen bir kurallar bütünü olarak, siyasal erk tarafından yüceltilmeye başlanırsa, bu durum başka türden inanç biçimleri üzerinde ve inanmayanlar üzerinde baskıyı da beraberinde getirir. Bu da laikliğin ve demokrasinin ortadan kaldırıldığı anlamına gelir. İçinde yaşadığımız durum budur esas olarak. Benim bildiğim, demokrasinin doğası gereği toplumsal yaşam ortak ve karşıt normlardan oluşur, tek tip bir ahlak normu olmaz. Herkesin kendine ait bir inancı vardır, inanan vardır, inanmayan vardır. Zira inananlarla inanmayanların ve farklı dinden olanların bir arada yaşamasını düzenleyen laiklik ve demokrasidir. Hele ki diktatörlüğe giden bir başlangıç olarak dinsel bir yaşam biçimini bir ideoloji olarak el altından saman yürütür tarzda topuma yedirmeye kalkışılırsa, o ülkede laiklikten ve demokrasiden söz edilemez, korkunç olan da budur aslında.
Bunun somut yansımalarını ilerleyen zamanda daha net göreceğiz. Başbakan Erdoğan’ın türbanı meclise çıkardıktan sonra yaptığı konuşmalar da, geçmişte yapılanların intikamı niteliğinde, söz konusu gidişatı işaret ediyor açık açık. Daha düne kadar kılık kıyafet özgürlüğünün bir uzantısı olarak görüler türban, Başbakan Erdoğan’ını o günkü konuşmasında ,“Velev ki simge, ne olmuş yani.” sözüyle rayına oturtulmuş olması bu bağlamda hayli manidardır zaten. Yapmış olduğum bu tespitler, muhalefet güçlerinin toplumsal/siyasal mücadelesini neye göre konumlandıracağını bilmesi açısından önemlidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada gerekse de tüm Türkiye sathında son 20 yılda, burjuva özgürlüklerin sağladığı nimetlerden yararlanarak ev ev, mahalle mahalle, kasaba kasaba örgütlenerek hiç olmadığı kadar kitleselleşen bu zihniyetin, ekonomik ve sosyal olarak devletle içselleşmiş olmaları doğru bir şekilde değerlendirilmelidir Temel hedef bellidir: “İlahi Devlet!..”
Hiç kimse kalkıp da şimdi bu gelişmeyi sadece “gönülleri fethetme” olarak küçümsememeli, akabinde de, bir başka muhalif siyasal partinin iktidara getirilmesiyle olayı elemine edebileceğini sanarak kendini kandırmamalı. Bu durum kitaplarda yazıldığı gibi eski yöntemlerle, demokratik mücadeleyle filan‘ekarte’ edilecek bir olay değildir, aksine eskisinden daha fazla sorumlu davranılmasını gerektirmektedir.