Hayvanların, daha doğrusu kedi köpek cinsi sık karşılaştığımız sokak hayvanlarının 1 yaşı, insanın 7 yaşına denk diye müstesna bir bilgi kulağımda kalmış. Bir de dünyanın, 1 saniyede 29 km mesafe kat ederek döndüğü. Ne alakaysa, ne zaman 1 = 7 yaş denklemi aklıma gelse akabinde de “Haa zaten dünya da saniyede 29 km yol alıyordu bak gördün mü?” diye düşünmeden edemem ve kendime bu sıralamada hiç şaşmadığım için hayret eder, psikoloji ilminde obsesif kompulsif bozukluk diye adlandırılan bu takıntılı durum yüzünden, kendime kızar, ilkokul öğretmenimi bulup kulaklarımı çektiresim gelir. Bunun gibisinden garip takıntıları vardır muhakkak herkesin... Yok mu? Hadi yaa. :( Yani bu konuda yalnız mıyım, off kötü oldu bu... Yalnız olmanın dramatik soğukluğunda tirtir titremekteyim şu an…
Şimdi aynı bunun gibi bir başka durum daha vardı yaşadığım neyse ki bitti. Efendim bendeniz işe girdiğim yıllarda, yeni yeni biti kanlanmaya başlayan TOKi oluşumunun Halkalı'da yaptırdığı konutların tavuklar için olanından, yani 1+1’lerden bir adet almak için, müracaat etmiştim. Ne yapayım daha yeni işe girmiştim, param ancak bir kümese yetiyordu. Şimdi olsa, tripleks malikane için müracaat ederdim o ayrı da, TOKi de malikane yapmıyor o bakımdan şey edemiyorum. (Gülenler için söylüyorum, parayla imanın kimde olduğu belli olmaz.) Neyse efendim, o zaman katılım acayip yoğun, kura çekilişi olacak filan, o zamanlar baya bir sansasyoneldi bu TOKİ meselesi. Duyduk ki başkaları da varmış müracaat eden. Bunlardan birinin de, işe gidiş saatlerimde hep karşılaştığım bir kadın olduğunu öğrendim. Adını ve nerede çalıştığını bilmiyorum hiç de öğrenmedim. Sanırım o da beni duymuş olacak ki, o andan sonra her karşılaştığımızda merhabalaşmaya başladık. Fakat onun suratında bir merhaba için fazla sayılabilecek garip, hatta hınzırca sayılabilecek bir gülümse de olurdu. Gel zaman git zaman kuralar çekildi. Sonuçta benim ismim çıktı kuradan, yine duydum ki onun da ismi çıkmış. Evleri aldık ama hiç bir aşamada karşılaşıp da birlikte hareket etmişliğimiz olmadı. Böyle böyle yıllar geçti.
Bu kadın ilginç bir tipti, devamlı gülerek yürüyen, artık üstünde o an için ne varsa, ceket ya da yeleğin muhakkak bir omzu, yine aynı omzunda asılı çantasının ağırlığı sebebiyle, boynundan koluna kadar uzamış, bir taraftan çekilerek yırtılmaya çalışılan bir ağız görünümündeydi. Bir gün yine karşılaştık, baktım, bunun ceketin dudakları yine aynı şekilde yana kaymış, suratında da yine aynı manasız gülümseme. Ben nötr bir merhaba dedim ve geçip gidecektim ki, aniden, “Aa ne yaptın sen Halkalı'daki evi, ben sattım biliyor musun? kaç sene oldu ooo..” deyiverdi. "Benimki duruyor” dedim. Cevabımı pek sallamadı. Söylemek istediği başka bir şey olduğunu, "Ay biliyor musun ne zaman seni görsem aklıma Halkalı geliyor ve beni bir gülme alıyor." dediğinde anladım.
“Ne, nasıl yani?" sorusuyla karşılık verdim. “Allaalla, niye ki” diye de düşünmeden edemedim. Bir insan bir semt adı aklına geldiğinde neden kendini tutamayıp güler, Halkalı da kaydım düştüm, oram buram açıldı da, SANAYİ TİPİ FRİKİK başlığı altında sekiz sütuna manşet mi oldum, ne oldum da, benim haberim yok. Bu nasıl bir ruh halidir allasen bu insanların beyinleri ne salgılıyor da, ota moka manalı manasız gülebiliyorlar. Hasbinallah. Üstüne üstlük, kendine özgü şakulü kayık giyim tarzıyla hafızalarda yer eden bu kadın, ağzını eliyle kapatıp “hihihi” diye gülme efekti yapıştırmasın mı bu saçma sapan cümlesinin dibine. Hımm arıza soğanda bu belli. Hangi soğanda mı? Karacabey soğanında değil herhalde, beyincik soğanında tabii ki. Oksit oranı artmış, nöronlarda dolaşım bozukluğu başlamış. Başıboş nöron tezahürü bu, başka bir şey değil. Yerli yersiz gülenler için babamın cuk bir deyimi vardır, -Sigortaları gevşek- der, onu da belirtmeden geçersem, o anki saçma durumun beni ne kadar sinirlendirdiğini eksik anlatmış olurum.
İnsan senelerce, birini her gördüğünde, evinin olduğu semtin adı aklına gelip kakır kakır güler mi yahu? İşin tuhafı, her seferinde o gülmeye başlayınca benim de aklıma, onun aklına Halkalı'nın geldiği geliyor, hem ifrit oluyor hem de yazımın başında bahsettiğim o takıntılı kısır döngüden, nur topu gibi bir taneye daha sahip oluyordum sayesinde. Şu para günlerinden yakınen tanıdığımız gibi, biber salçalısından olsa belki ama böyle döngülü olanından kurtulamıyor, debelenip duruyor insan.5 - 10 yıl üzerine artık onunla karşılaşmaz oldum. Böylelikle "Halkalı" adı altında yaşadığım, canlı hücrelerimin acımasızca katline yol açan o illetten de kurtulmuş oldum.
Yazımın başında aslında bambaşka bir olay anlatacaktım. Her türlü şablonu reddeden asi bir yapım var. Bunu keşfettim. Buna kalemim de dahil. Yazmaya başlamadan “Evet bu konu tam yazıya dökülmelik” diyorum ama kalemim ruhum gibi kendi bildiğine yol alıp gidiyor. Ama yok, kalem, kalem kendine gel, kırdırma bana belini, ne bu böyle alır başımı giderim havaları. Trip yaptığın benim beynim, o olmazsa seni kağıt üzerinde kim, ordan oraya özgürce tur attırır zibidi. Yaz bakayım çatlak bu hafta da kiss'iyor sizi diye...
Kalemin notu: İyice sıyırdı bu ara, siz bakmayın onun zırvalarına, ay hiç güleceğim yoktu, tripleks malikane alcakmış da, TOKİ yapmıyor diye alamıyormuş, sen onu popomdaki silgiye anlat, çulsuz bunak seni. Asi kişiliği de varmış haspamın. Hala kuyruğu dik tutacam diyorsun ya, millet sana çoktan isim takmış. ÇATLAK KİREMİT diyorlar. Bu da sana kapak olsun.. Ben olmasam sen daha iki lafın belini kıramazken, benim belimi nasıl kıracaksın sen be sarsak hıh..