Tabii ki buradaki ''çalma'' zurna çalma, yoğurt çalma veya rol çalma gibi anlamlarda kullanılmıyor. Daha birçok anlamda kullanılıyor ama bizim burada konumuz olan çalmanın Türk Dil Kurumu'na göre anlamı; ''başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek''tir.
Bu anlamda kullanıldığında halkımız bundan, yani çalmadan hiç hoşlanmamaktadır. Çalmayı etik bulmamakta ve hatta suç olduğunu kabul etmektedir.
Gel gelelim bazılarımız bu sevimsiz kelimeyi kullanmamak için bu eyleme değişik isimler ve deyişler türetmiştir. Örneğin, aklıma gelenleri sayayım: Aşırmak, Aparmak, Yürütmek, Araklamak, Cebellezi yapmak, Duygusallık; veya biraz geriye gidersek; Kılıç hakkı ve Ganimet gibi..
Halkımız böyle olduğunda pek tepki vermiyor. Hatta bunu yapanlara uyanık, akıllı veya cin gibi denilerek takdir bile edilebiliyor.
Size bazı örnekler vereyim.
1977 yılının haziran ayı idi. O zamanlar Zonguldak Halkevine bağlı bir kol olarak çalışan Zonguldak Folklor Grubunu, bir festivale iştirak etmek için Hollanda'ya götürüyordum.Grup üyelerinin tamamı ilk defa yurt dışına çıkıyordu.
Almanya'ya girdiğimizde, o meşhur otobanda, bir dinlenme yerinde mola verdik. Oradaki kafeteryada yemek yedikten sonra, hep beraber markete yöneldik. Zira o yıllarda Türkiye'de Avrupa malları yoktu ve o yüzden market bize cazip gelmişti. Fakat ''dükkan kapalı'' diyerek market çalışanları bizi kapıda durdurdular. Önce, herhalde öğlen tatili veya sayım yapıyorlar diye düşündük. Sonra baktık ki Almanlar içeri giriyor ve alışveriş yapıyorlar. Herhalde dükkan açıldı diye tekrar hamle yaptıksa da ''kapalı'' diyerek bizi tekrar geri çevirdiler.
Sonra otobüsümüze binip yola devam ettik ve 200 km sonra ikinci bir mola verdik. Oradaki markete de girmeyi denedik. Ama market açık olduğu halde yine bizi içeri almadılar. Anladık ki bunlar Türkleri içeri almak istemiyorlar.
''Bunlar Türk düşmanı'' diye Almanlara söve söve oradan ayrıldık. Akşama doğru Hollanda sınırları içine girdik. Oradaki yol üzerinde de dinlenme tesisleri var. Mola verdik ve oradaki küçük markete hep birden daldık. Hollandalılar nazik insanlar ve bize mani olmadılar. Tabii biz 40 kişi birden markete girince oradaki görevli ne yapsın? Herkes kafasına göre bir şeye bakıyor. Çocuklardan bazılarının davranışlarından şüphelendim ve''hemen dışarı çıkıyoruz'' diye hepsini dışarı çıkarttım.
Tekrar otobüse bindiğimizde manzara şuydu:Erkeklerden bazıları ceplerinden kalem, oyuncak veya sigara gibi öteberi çıkarıyor ve ''ben şunu yürüttüm, ben bunu arakladım'' diyerek adeta marifet yapmış gibi övünüyorlardı. Onlara yaptıklarının kötü bir şey olduğunu; biz ülkemizi iyi tanıtmak için gelmişken böyle yaparak kötü tanıttığımızı; ve hatta kızdığımız Almanları haklı çıkardıklarını falan söyledim. Bir daha ki seneye de onları Hollanda kafilesine de almadım.
Başka bir örnek: Kıbrıs'a ilk defa 1978 yılında gittim. O yıllarda daha bizim millet Kıbrıs'a gidemiyordu. Kıbrıs'ın en lüks oteli olan Magusa'daki Salamis Bay Otelinde kalmıştık. Çatal-bıçak-kaşık takımları altın kaplamaydı ve hayran kalmıştık.
Kıbrıs'a 1982 yılında ikinci defa gittiğimizde yine aynı oteli seçtik. Akşam yemeği için restorana indiğimizde bir de ne görelim; altın kaplamalı takımlar gitmiş yerine alüminyum takımlar gelmiş! Görevlilere, ''Yahu biz dört sene önce buraya geldiğimizde bu takımlar altın kaplamaydı. Şimdi niye böyle?'' diye sorduğumda, bana çok üzüldüğüm şu cevabı vermişlerdi: ''Bize gelen Türk turistler hatıra diye yürüttü götürdü!''
Bunun Zonguldak'taki örneğini TTK Yayla Konağı Misafirhanesi müdürü Mevlüt Kurtman iyi hatırlar. Bir zamanlar bizim A Tipi misafirhanede de böyle gümüş kaplı takımlar vardı. Bakanlar geldiğinde orada ağırlanırdı. Tabii bakanların arkasından bir sürü yalaka da bakana verilen akşam yemeğine üşüşürdü. Sonuçta orada da bizim gümüş kaplama takımların tamamı gitmişti.
Hatta şöyle komikliklere çok rastlanmıştı: Yemek salonu aslında aralarında bir basamaklık yükseklik farkı olan iki salondan oluşurdu. Bu farkı çoğu kimse bilmezdi. Bilse de unuturdu. İşte beleş yemeği yeyip rakıyı da çeken bazıları tuvalete gidip dönerken ayakları bu basamağa takılır ve yüzükoyun kapaklanırlardı. Kapaklanırken de ceketlerinin iç cebine koydukları çatal-bıçak-kaşık takımları ortalığa saçılırdı.
Neyse, halkımız için bu tip yürütmeler sıradan şeyler sayılır. Restoranlardan hatıra veya koleksiyonu tamamlama adına bardak araklamalar; otellerden havlu yürütmeler birçoğumuzun yaptığı küçük suçlar değil mi? Hem hangimiz komşumuzun bahçesinden elma erik çalmadık ki! Lafı mı olur..
Bir de devletten yürütmeler var. Bizdeki atasözü kıvamında olan ''Devlet malı deniz yemeyen keriz.'' lafı oldukça taraftar bulmuyor mu? Yine meşhur bir lafımız var: ''Abi yiyorlar ama çalışıyorlar!''. Bu şekilde çalanları neredeyse takdir etmiyor muyuz? Yoksa bunları bizim millet değil de ben mi yanılıyorum!
Ha, şimdi daha önce de anlattığım bir anekdotu tekrar hatırladım. Padişah Rumeli'deki askerine et göndermek istiyor. Vezirini çağırıp günlük ne kadar et göndermesi gerektiğini hesaplamasını istiyor. Vezir hesabı yapıp getiriyor ve padişaha, ''Efendim asker başına günde bir koyun gönderilmesi lazım.'' diyor. Padişah bunu üzerine hiddetlenip ''Bre sen benimle dalga mı geçiyorsun?'' deyince; vezir şu cevabı veriyor:''Efendim, yaptığım hesaplara göre bu koyun askerin karavanasına gidinceye kadar günde 100 grama düşüyor!''
Demek ki bizdeki bu hastalık atalardan bize miras!
Bizdeki dincilerin (mütedeyyin dindarların değil!) devletten çalma gerekçeleri de oldukça ilginç. Onlara göre Türkiye ''Darülharp''. Yani Müslüman olmayanların yönettiği ve şeriat hükümlerinin işlemediği bir ülke. Bu yüzden bu ülkeden koparılan her şey harp ganimeti ve helal sayılıyor. Allahı bile böyle kandırdıklarını sanıyorlar.
Bir de benim kafamın takıldığı bir şey var. Bunu hocalara sordum tatmin edici cevap veremediler. İsterseniz hocalarla konuşmamı burada tekrarlıyayım. ''Hocam, devlete çalışmadan devletten maaş almak helal midir? ''Helal değildir çünkü o parada 80 milyon insanın, hatta tüyü bitmedik yetimin hakkı vardır.'' ''Peki hocam, ben on binlerce insan yönettim. Bu güne kadar hiç kimseye mesai saatinde namaz kıldın; veye cuma namazından birkaç saat geç döndün demedim. Ama hiç kimse de bana 'Efendim, ben mesaimin iki saatini ibadetime harcadım. Yani devlete millete çalışmadım. Dolayısıyla ben bunun karşılığı ücreti hak etmedim. İzin verirseniz bunun karşılığını maaşımdan kesin, veya ben fazla mesai yapayım da bu milletle helalleşeyim.' de demedi. Buna ne diyeceksiniz?'' dediğimde hocalar mantıklı cevap veremedi.
Mesai saatinde kişinin şahsi ibadetine harcadığı zaman karşılığında devletten ücret alması helal midir değil midir? Buna mantıklı cevap veren olursa sevinirim.
Gelelim ganimete.. Günümüzdeki ganimet anlayışını yukarıda yazmıştım. Eskiden Osmanlılar (Osmanlıları atamız saymıyorum. Bunu baştan belirteyim.) Avrupa'ya akınlar yapar, ganimet toplarlardı. Zaten Osmanlıların üretime dayanmayan ekonomilerinin başlıca gelir kaynağı da buydu. Osmanlıların yükselme, duraklama, gerileme ve yıkılma devirlerine bakın; hepsi ganimetle ilgilidir. Yeni fetihler yapıp ganimet toplayamaz hale geldiklerinde ekonomileri çökmüş ve ekonomi çökünce de devlet çökmüştür.
Peki ganimet nedir? Kısaca ganimet; ''Yağma sonrasında ele geçirilen mal. Çalıntı'' anlamına gelmektedir. O zaman ortada bir yağma ve çalma olayı var demektir. Ama bu mal düşmandan alındığı zaman dinimizce helal sayılmaktadır. Peki ülkemizdeki düşmanlar kimdir? Yoksa ganimete konmak için hayali düşmanlar mı üretilmektedir! Veya yukarıda anlattığım gibi, Türkiyeyi darülharp sayanlar için düşman Türkiye Cumhuriyetinin bizzat kendisi midir?
Halkımızın bu konudaki bilgi noksanlığına ve çelişkiyi bile sorgulayamayacak derecede biat kültürüne örnek vermek istiyorum.
Hani bir şehir efsanesi gibi bir laf vardır ve halkımızın çoğu da buna inanmaktadır: Güya atalarımız Avrupa içlerine akınlar yaparken öyle hakkaniyetli davranırlarmış ki; örneğin üzüm yedikleri bağın asmasına üzümün parasını asarlarmış! Buna gülmeyin. DYP-SHP Koalisyonu zamanında renk renk kıyafetler giyen, Azimet Köylüoğlu diye SHP'li bir devlet bakanı vardı. İşte bu bakan ABD büyük elçisi kendisini ziyaret ettiğinde; bacak bacak üstüne atmış ataları ile övünürken aynen bu lafları söylüyordu. Büyük elçi bunu dinlerken neresi ile güldü bilmiyorum. Ama devletin koca bakanı böyle inanıyorsa vatandaş ne yapsın!
Yahu adamlar Avrupa'ya turist olarak mı gidiyorlardı? Elbetteki ganimet toplamaya, yani Avrupalıları soymaya gidiyorlardı. Bir de üzümün parasını mı vereceklerdi? Zaten o yıllarda üzüm asmasına asılacak kağıt para da var mıydı ki!. İnsanlarımız nasıl bu kadar saf olabiliyor hayret!
Kısacası demem o ki halkımız ''çalma''ya kötü bakıyor. Ama bunun ismi çalma değil de örneğin, ''yürütme veya aşırma'' gibi yumuşatıcılar olunca çok da soğuk bakmıyor. İstisnalar hariç tabii ki..
Buna kanıt olarak MHP'nin hazırlayıp Meclise sunduğu ve muhtemelen AKP ile birlikte çıkaracağı; belkide diğer partilerin de destekleyeceği ''Af Kanunu'' teklifini gösterebilirim. Bu kanundan cezaevlerinde bulunan 250 bin tutukludan 163 bini faydalanacaktır.
Şimdi sıkı durun: Bu kanunun kapsamında ifade özgürlüğünden hüküm giyenler bile yok iken, hırsızlık ve hırsızlığın türevleri olan yolsuzluk, zimmet, rüşvet ve ihaleye fesat karıştırmak var!
Peki bu kanun teklifini verenler neden veriyor? Tabii ki toplumda karşılık bulacaklarına ve bundan nemalanarak oylarının artacağına inanıyorlar. Halktan da tepki gelmediğine göre de haklı sayılırlar. Yani halkımız da demiyor ki, ''Yahu bu hırsızlar zaten zar zor yakalanıyorlar. Bir de bunları bırakırsanız bu hırsızlığı bir nevi teşvik etmek olmayacak mı? Aramızda bunca hırsız varken bir de bunları salmanın ne gereği var? Hem bunların mağdur ettikleri insanların rızasını aldınız mı?''
Yani necip halkımız bunları sormadığına göre durumdan pek de şikayetçi değiller.
Ne diyelim, hayırlı olsun!