Sıcak yaz günleri çocukluğumun… Çoğunlukla Orta Kapuz, ya da Büyük Kapuz Plajı’ndayız… Dar vakitlerde bugün de yaptığım gibi tıpkı liman arkasında alıyoruz soluğu. Gerçi orada da çok ama Deniz Kulübü’nün tam karşısında, Kadir Ağa Anıtı’nın mitik bir hava kattığı iki tünel arası midye tarlamız… Çuvallar dolusu midye eşliğinde çocuk yıllarımın en şenlikli günleri geçiyor orada… Harçlık kıt, çoğunluk yürüme gidiyoruz denize… Çarşıda buluşup önce Fener’e tırmanıyoruz. Zonguldakspor Kulübü’nün yanındaki patika yoldan –Şimdi gitsem bulabilir miyim acaba?- atlaya zıplaya tünel arasına ulaşıyor, Kapuz’a gideceksek girişindeki çeşmeden suyumuzu doldurup öyle dalıyoruz tünelin karanlığına.  Çoğu zaman küçücük bir fener bile yok elimizde… Elimize aldığımız bir değnekle rayları izleye izleye yürüyoruz. Ezkaza bir tren gelirse can havliyle kenarlara atıyoruz kendimizi… Zifiri karanlıkta süren yolculuk, başladığı gibi tıpkı rayların ışıltısında bitiyor. Birbirimize çaktırmıyoruz ama sağ salim çıktığımızda bir sevinç dalgası sarıyor hepimizi… Muhabbetimiz bir anda şenlenmesi bu yüzden zaten…

 

Orta Kapuz, şen çocuk seslerimizi en çok emanet ettiğimiz cennet beldesi ömrümüzün… Benim gibi babası EKİ’de çalışanlar ayrıcalıklı, kapıdaki bekçiye kartını gösterip rayların kenarındaki demir kapıdan sorunsuzca süzülüyor içeriye… Kartı olmayanlarsa elbiselerini bize emanet edip kayalıkların yolunu tutuyor, oradan bir huruç harekâtıyla plaja giriyor az sonra… Sabahın erken saatlerinden gün batımına kadar bitip tükenmek bilmeyen enerjiyle kuleler kuruyor, yüzme-atlama yarışları yapıyoruz… İlk yıllar en küçüklerinden biriyim grubun, iyi kötü yüzüyorum ama gözüm üç katlı tramplende… Üçü gözüm yemiyor, birden balıklama, -Şimdiki çocuklar “balık” diyor nedense?- ikiden çivileme atlıyorum, gururla anlatıyorum daha sonra arkadaşlarıma…

 

BİR ASLAN KÜÇÜKERTUNÇ VAR AKLIMDA, BİR DE ŞARKILAR

Sonra hepsinden balıklama atlayıp açıktaki rengarenk boyalı tahta salın dibinden kum çıkararak tüm etapları tamamlıyorum… Ne yapsam da çok erken yaşta sonsuzluğa uğurladığımız Aslan ağabey gibi olmuyor bir türlü… Sonraları Maocu diye bir parça gönül koysam da mahallemizin en janti delikanlılarından biri olan Aslan Küçükertunç, tramplende olağanüstü bir deha… Kimi zaman parendeler, kimi zaman ters taklalarla denize dalışı tam bir görsel şölen.  Yalnızca biz değil, bütün plaj seyrediyor hayran gözlerle… Assolistler gibi istek alıyor tramplene giderken: “Hadi iki parende at.” “Bu kez ters takla atsana…” Orta Kapuz denince bir Aslan ağabey geliyor aklıma şimdi, bir de hiç susmadan hoparlörden yükselen şarkılar… Asu Maralman söylüyor: “Olur, olur bal gibi olur…” Yeliz söylüyor: “Yalaaaaaan”…  Ömür Göksel söylüyor: “Umurumda mı dünya…”

 

Tüm bunları, Sevgili Can Kartoğlu’nun Postacı Yayınevi’nden çıkan “Sahanda Yumurta” adlı kitabı anımsattı bana… Sayfaların arasında çocukluğumun güneşli günlerinde buldum kendimi. Defne, deniz tadı yükselen kömür kokulu öykülerin birinde,  “Bu şehir yüzünü kızartmaz insanın. Yazın yirmi beş derece oldu mu, gazetelerden yelpaze ellerde foş foş sallanır, havalanılır. Bi sepete mayolar havlular, diğer sepete köfteler dolmalar yerleştirilir. Tabana kuvvet bir uçtan bir uca yürünür. Otobüs de olsa dolmuş da olsa yürünür. Dere tepe düz gidilir. Düz mü gidilir? Lafın gelişi. Yol kıvrıla kıvrıla tepelerden aşağıya götürür sahibini denize. … Yolun hemen altında açık yeşil, kapalı yeşil, acı yeşil, tatlı yeşil hepsi dik kayalıklarda şaklabanlık yapar… O nedenle bu şehirde deniz mavi değil, yeşildir. … Dört katlı bir yol. En tepede karayolu. Arada tren yolu. En aşağıda deniz yolu. Birde yerin altın vardır bu şehirde; ‘k-ömür’ tüketenlerin evi…” diyor örneğin, gönül telimi titreten cümlelerde…

 

İçimizde büyüttüklerimiz yaşadığımız kente duyduğumuz sevgi ile sınırlı değil yalnızca… Geleceğin dünyası farklı farklı renklerle olsa da aynı duygularla şekilleniyor ikimizin de yüreğinde… Kulaklarımız hep çoğul türkülere açık… Geçmişte “Savaşsız, sömürüsüz bir dünya” kavgası veren bahar yüzlü insanları anı evimizin en güzel köşesine koymamız da bu yüzden zaten… Sevgili Kartoğlu Zonguldak sevgisi ile ekmek, gül ve hürriyet hasreti yüzünden devletin gazabına uğrayan naif insanların dünyasını harmanladığı öykülerde tam da bunları anlatıyor. Yolu sık sık ülke siyasetinin bir tür ekvatoru olan 12 Eylül günlerine düşmesi de bu yüzden kesinlikle… Kitabın tanıtım cümlelerinde olduğu gibi, “Kendi dönemdaşlıklarından parçalar taşıyor, onların molozlarını ayıklayıp sertliklerin, kanın, şiddetin başrol oynadığı, bu acıları yaşayanları kahramanlaştırmadan, çok duyup az bildiğimiz 12 Eylül hapishanelerinde yaşanan hikayeler” getiriyor günümüze… Su gibi duru bir Türkçe ile ne de güzel yapıyor…

 

CAN’IN YOLU AÇIK

Annesiyle aynı günde imza gününü yaptığımız kızı Can Gürses, “En güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” adlı kitabındaysa bambaşka bir iş yapıyor. İlk kitap olmasına karşın, klasik roman formunun cesurca dışına çıkıp tümüyle farklı bir teknik, bambaşka bir anlatımla bir başka dünyaya taşıyor bizi. Annesinin ruh dünyasından esinler taşıdığı çok belli olan kitapta, bir sofra başında toplanan kalabalık aile bireyleri değil yalnızca her biri bir başka anı yükünü sırtlanmış olan eşyalar da konuşuyor. Herkes kendisiyle hesaplaşıyor romanda. Anlatım iç monologlar üzerinden yapılıyor bu yüzden… Diyaloglarsa havada uçuşan sözcüklerden kulağa takılanlardan ibaretmiş gibi yazılıyor… Can’ın edebiyatımızdaki yolu çok açık bence. Kendi dilini kurmayı becermiş en başta… Keşke bildik bir şarkı sözünü değil de daha özgün bir adı çekseydi başlığa… Bir de sorum var: Türkçe – İngilizce şarkı sözlerini uzun uzun yazarak okuma tadını azaltan parçalar katmasaydı çok daha dinamik bir anlatım yakalayamaz mıydı acaba?

 

Kitabın en çok “Alis’in ayakkabısı” adlı bölümü hüzünlendirdi beni. Okuma zevkim en çok orada doruklandı. Roman kahramanlarından biri olan Koza’nın çocukluğunda ayağına giydiği ayakkabısını annesi asıyor evin başköşesine… O duvarda asılı duran ayakkabı yıllar sonra eve dönen Koza ile göz göze geliyor. O anki duygu yükünün altını çizip, kitabın kapağına yazıyorum: “Duygulandığımı gördü Koza-Alis. Beni okşadı. İki ufacık gözyaşı aktı. Yeşildi gözyaşı. Bana benziyordu. Şimdi kendi gençliğimi izler gibi hayran hayran masa başında oturan Koza Alis’i seyrediyorum. O, o kadar büyümüş de ben niye hiç büyümemişim? Bir türlü büyümeyişim, Koza-Alis’e bir zamanlar çocuk olduğunu ısrarla hatırlatmak için…” Yolun açık, yüreğin her daim sıcak olsun güzel Can…