Yıl 1995 aylardan Kasım… Hacettepe hastanesi, Gastroentoloji Bölümü hasta bekleme salonundayım. Dar, uzun, gün ışığından yoksun, bir o kadar da sevimsiz koridoru demek daha doğrusu. Sıra, sıra dizilmiş rengi benzi sararmış, moralleri bozuk, suratlar asık, bezgin bıkkın hastalar. Kiminin elinde dosyalar, tahliller, kimi ise benim gibi gergin, bir türlü belli olamayan patoloji sonucu bekleyenler. Koridorda, bir oraya bir buraya koşturan abim Temel Reis en hareketli olanı. Ses yok kimsede. Doktorlar bekleniyor. İçim çok ama çok daralıyor. Tıpkı bebeğimin doğumunu beklediğim Zonguldak Sigorta Hastanesi Doğumhanesinin kapısındaki gibi, iç karartan bir duygu. İçim içime sığmıyor, taşıyor nerdeyse. Kötü bir şeyin olacağı belli sanki. Bebeğimi kaybettiğim an aklıma geldi. Hiç unutamıyorum, yürüyememiştim. Dizlerimin bağı çözülmüştü. İşte o kötü günleri düşünürken, tek gülen yüzü gördüm karşımda. Profesör Dr. Figen Batman. Benim sevgili doktorum. Her zamanki gibi sempatik haliyle yanıma geldi, yanağımı okşadı, elimden tutup beni odasına getirdi. Nedense çocuk gibi severdi beni. Diğer hastalar bu ayrıcalığa bir türlü anlam veremezdi. Beni de çok sevdiğini her zaman tekrarlayıp dururdu. Doktorumdan öte Figen ablamdı benim. Abim nereye kayboldu diye düşünürken elinde Patoloji sonuçları ile yanımdaki sandalyeye oturdu. Elini omuzuma atışından pek hayırlı bir sonuç olmadığına karar verdim o zaman. Doktorumsa sonuçlardan gözünü alamadı. Gözlüğünü çıkardı, yüzünü sildi sonra yanıma geldi, elimi tutarak: ”Merak etme Erol, elimden geleni yapacağım…”.Ben de gerginliğin verdiği bir çıkışla, “Ne oldu hocam daha açık söylesenize!”. Aslında abimin yüzünden her şeyi okuyordum da, bir umut işte…
Siroz olmuştum anlayacağınız. Bilmem kaçıncı derecesinde imiş. Yani şimdilik korkulacak bir şey yokmuş. Falan filan… Temel Reis’in gözlerindeki sessizce akan gözyaşı ve derinliği beni daha çok etkilemişti. Sirozu beklemiyordum desem yalandı. Bir de doktorum Figen Hanım’ın akan gözyaşlarını ve bana sarılmasına bir anlam verememiştim. ‘Gidiciyiz’ herhalde diye düşündüğüm tek andı o an… Doktor ağlar mı? Hele de koş koca profesör olmuş bir kadın… Meğerse eşi de amansız bir hastalığın pençesinde imiş. Onun üzüntüsü de karışınca duyguları bir an zirve yaptı sevgili doktorumun…
De… “Bana ilaç vermiyor musunuz ” diye bağırmam, ortaya atılan bomba gibiydi. Hocanın kem küm hali beni iyice telaşlandırmıştı.“Heyet toplansın o zaman karar vereceğiz…” cevabı beni karanlığa gömdü bir anda. Reis’in, kollarımdan tutup beni dışarı çıkarışını hiç hatırlamıyorum desem yalan olmazdı. Hacettepe’nin 7. kapısının çıkışındayız artık. Ve gün ışığına kavuşmuştum nihayet. Derin bir nefes aldım. Abime döndüm: ”Demek Atatürk’ün hastalığına yakalandım ha… O yüce önderimizin çektiği sıkıntıları yaşayarak anlayacağım desene…” Abimin gözyaşları hala sessizce akmaya devam ediyordu. Ve ben bir damla dahi yaş dökmedim biliyor musunuz? İçten içe akan göz yaşlarım mı? Bilemem hangi yerde göl oldular. Sormayın!
“Reis bana bi sigara versene!” derken hastane giriş merdivenlerinde yan yana oturuyorduk. Beyaz uçlu Parlament sigarasını içime öyle çekiyordum ki, o zehir, sanki tüm sıkıntılarımı yok etmiş ya da içimde süngerlemişti. Abim beni teselli ediyor, tıbbın çok ilerlediğinden falan bahsediyordu. Bir ara ona “Sadri Alışık karaciğer nakli nerede olmuştu?” sorusunu sorduğumu, onun gözlerinin parladığını, benim içimdeki umudun yok olmadığını fark etti. Bana dönüp: ”Bak gördün mü, her şeye bir çare var. Bizde sonuna kadar peşine koşacağız, senmerak etme koçum…” Ve koştuk, yorulmadan koştuk sonuna kadar koştuk. Teslim olmadık. İnancımızıyitirmedik. Bu savaşta en güçlü askerlerim, eşim, çocuklarım, annem-babam, yakınlarım, dostlarım, arkadaşlarım ve Zonguldak halkı oldu. Tabi ki Yüce Rabbimin gücü hep yanımda idi. Ellerimi göğe kaldırıp da:”Ey… büyük Allah’ım bana bu lanet hastalığı yenmem için güç ver!” diye dua ettiğimde, o gücü damarlarımda, yüreğimde hissetmiştim.
Ve en önemlisi, hayal kurmama bu hastalık bir an bile engel olamadı. Ölümün soğuk nefesini, her an ensemde hissetmeme rağmen hayallerim hep vardı. Onun zayıflamasına, yok oluşuna ve ölümüne müsaade etmedim… Öleceğim diye beni son anlarımda yalnız bırakmayan dostlarımın, sürekli teselli edici, moral yükseltici çabalarına, sözlerine içten içe güldüm. Bakışlarındaki acıma hissini fark ettiğimde hep onları “ti” ye aldım. Çünkü biliyordum ki, hayallerim benim umudumdu. Benim yaşam reçetemdi onlar. Yok olmalarına asla müsaade edemezdim.Ama asla..!
Beni Amerika’ya yolcu eden dost ve yakınlarımdan birçoğu benimle vedalaşırken, içlerinden “Bu seni son görüşümüz…” diye düşündüklerini, üzüldüklerini anladığım an, geri dönüp onlara şöyle seslendim gülerek: “Sizleri seviyorum, merak etmeyin döneceğim ama mutlaka geri döneceğim… Dua edin hepsi o kadar…” Sapasağlam döneceğimden o kadar emindim ki, çocuklarıma, eşime bile veda etmedim. İçimdeki yaşam isteğim, umudum o kadar çoktu ki, teslimiyeti aklımdan bile geçirmedim. Ve elbette hiç tükenmeyen sonsuz hayallerim benim zırhımdı.
Diyorum ki, şu an amansız hastalıklarla mücadele eden sizler, arkadaşlarım, dostlarım sakın pes etmeyin! Umudunuzun yok olmasına müsaade vermeyin, hayallerinizden bir an bile olsun vazgeçmeyin! Ben, umudumu yitirmedim, hayallerimden vazgeçmedim, boynumu büküp “yolun sonu” demedim… Onları söndürmedim, öldürmedim…
Yıl 2013, aylardan ekim ve ben buradayım. Sizlerleyim… Dualarınızı, zorda olan tüm hastalardan esirgemeyin lütfen! Onların “gün ışığına” ulaşması için destek olun!