Toprağından, bayrağından, eşinden, dostundan kısacası “Vatanından” ayrı kalmışları yazacağım bugün. Nedeni bir tatil gezisi, bir arkadaş, bir akraba ziyareti olmayan ayrılıkların hüznünden bahsedeceğim. Zorunluluklarından ve yaşadıkları zorluklardan sizlere anlatabildiğim kadarını aktaracağım. Yaşanılan savaşların, darbelerin, anlamsız çekişmelerin, gerginliklerin neticesinde yaşadıkları ülkelerden kaçışların onların üzerinde ne onarılmaz yaralar açtığını bir nebzede olsa sizlere de duyurmaya çalışacağım. Mallarını, mülklerini terk edip; canlarını kurtarmak uğruna ülkemize sığınmak zorunda kalanların yaşadıklarını hissetmeniz için. Dün sınır komşusu, bugün ise kapı komşumuz olan Suriyelilerden, Iraklılardan söz edeceğim. Kimi varlıklı, kimi yoksul olan bu kardeşlerimizin ortak olan “yalnızlık duygusunu” paylaşmanızı isteyeceğim sizlerden. Bu komşularımızı bazen bir cami avlusunda, ya ibadet ederken ya da dilenirken görmüşsünüzdür. Kimine de deniz kenarında dalgın dalgın otururken mutlaka rastlamışsınızdı
İçimizdeki bu yabancılara acaba gönlümüz, kalbimiz ne kadar yakın, yahut ne kadar yabancı? Onlara göz ucumuzla bakıp, “ Ne işiniz var ülkemizde?” der gibi sorgulayan bir tavır mı takınıyoruz? Bir başka deyişle, “Defolun gidin buralardan!”diyerek en büyük nefret suçunu mu işliyoruz? Neden hiçbirimiz empati yapıp da “Biz de bu durumlara düşebiliriz…” diye düşünmüyor? Yaşadıkları eziyeti anlamaya gayret göstermeyip, üstüne üstlük onları yalnızlığa itiyoruz.İkinci bir zulmü yaşatmaya hangimizin hakkı vardır sizce? Hiçbir şey yapmıyor ya da yapamıyorsak bile, elimizi omuzlarına atıp bir dostluk örneğini de mi gösteremiyoruz? Neyse ki, “yüreği güzel insanlarımız” var aramızda. Onların çabaları ile bir miktar üzerimizdeki vicdani yük azalıyor ve rahatlıyoruz…
Sağlık sebebi ile gittiğim “el” diyarlarında bu mecburi gurbetin, ayrılığın çilelerini yaşamış biriyim. Dili dilim, dini dinim değildi bu diyarların. Derdimiz para değildi amma daha mühimi yalnızlıktı, özlemdi… Yabancıydık bu topraklara, insanlara… Gurbetin acı şiirleri, şarkıları burada daha da bir anlamlıydı sanki. Sevgili eşim ile birlikte bu el sokaklarında, caddelerinde gezerken duyduğumuz “Turnalar” türküsünü gözü yaşlı hiç dinlememiştim. Yavuz Bingöl sen de hiç bu kadar yanık okumamıştın yahu! Bir benzin istasyonunda, biri Muşlu, biri Maraşlı bir diğeri de Kastamonulu gurbetçi ile sessizce dinlediğimiz bu türkülerin bizlere neleri hayal ettirdiğini, nelerin özlemini çektiğimizi size nasıl anlatabilirim ki? Yaşamışsanız ancak anlayabilirsiniz. Yoksa bir yabancının yalnızlığını gün batımında, sabahın tanında ararsınız. Yahut karabulutların sardığı gökyüzünde, dalgaların sesinde, olmadı beyinlerinizin kıvrımlarında… “Artık soru sormasın kimse bana bu özlem niye, neden diye. Uzağım vatanımdan, evlatlarımdan, bayrağımdan, şehrimden ve de sevdiklerimden. Korkarımki ruhum göğe erdiğinde, bedenim esir kalacak bu el topraklarında…(New York 2001)”
Yalnızlık ayrı bir acı, lakin yabancıysanız bu topraklara, daha da acı. Adınız ister Suriyeli, ister Iraklı isterse İranlı olsun hiçbir şey değiştirebilir mi özlemlerinizi, ayrılık çilelerinizi ve tabii ki yalnızlığınızı? Ne fark eder dininizin, dilinizin farklılığı? Neyi değiştirir mezhebinizin ayrılığı, renginizin karalığı? Muhtaçsa sana insanoğlu sen de yaratandan ötürü sarıl bu kardeşlerine. Böl ekmeğini, suyunu bir el de sen at! Hiçbir şey yapamıyorsan eğer, bir tatlı tebessümü, bir sıcak dost elini hissettir onun omuzlarına dokunarak. Yok olmakta olan umudunu yeşert ki, Rabbimde görsün seni! Ve diyelim ki; “Bu ülkede yalnızca kul hakkı yiyenler değil, kulluk görevini yapanlar da varmış…”
Sizlere bir Karadeniz ezgisiyle veda ediyorum;
“Şu gurbet ellerde zaman geçer mi acep,
Bizi perişan etti gaybana kalasıca,
Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni,
Her ağaçta bir yaprak, rüzgar savurur beni,
Yollar uzun bitmiyor, burada zaman geçmiyor,
Hasret yaktı beni, bir türlü de geçmiyor…”