Bir yarışma... Ödülü de oldukça yüklü miktar bir para! Sizin alan bilginiz ve üretim alanınız içindeki bir konuyla ilgili olan bu yarışmaya girip birinci olma olasılığınız çok yüksek! Ne ki ortada önemli bir sorun var. Büyük ödül üçüncüye verilecek...
Birinciye, ikinciye değil, yarışmada üçüncü olan büyük ödülü alacak!
Her dem içtenlikten, dürüstlükten, ilkeli olmaktan dem vuruyorsunuz ama bu ödül koşulu da geldi çattı!
“En iyi” olmak istiyorsunuz ama büyük ödülü düşünüyorsunuz!
Şimdi can alıcı soruyu soruyorum; bu yarışmada hangi ödül sizin olsun istersiniz?
AĞAÇTAN BİR YAPRAK!
“ağaçtan bir yaprak düştü masama / oysa ben içerdeyim / ölü bir yapraktı dalından kopmuş /
Ağaçtan yapraklar düşüyor! Kimi kez masamıza, kimi kez yola bele, kimi kez de çok uzaklara!
Yapraklar bir bir düşüyor! Eksiliyoruz.
“Dünyaya getirdiğimiz her bir çocuk, ölüme mahkûm ettiğimiz bir candır!”
“Ölüm varsa mülkiyet yoktur!”
Ölüm hak, miras helâl! Aldığımız mirasla bıraktığımız arasındaki farktır bizi biz eden!
Çalıp çırpmalar, yıkıp dökmeler, esip gürlemeler dünyevi!
Diyorum ya yaprak düşerken geride bıraktıklarınız önemli!
EVRENSEL DOĞA AHLAKI!
Toplumsal ahlak, doğa ahlakının neresinde?
Doğa ahlakında sürünceme yok, kesinlik var! Ayırma, kayırma, eveleme geveleme yok; gerçeklik var!
Toplusal ahlakta durum çetrefil...
Malum, epey bir zamandır ‘çok dindar, az ahlaklı...”’ bir toplumsal yapıyı omuzlamış durumdayız!
“Havarilerini yaratmayan İsa’nın yeri tımarhanedir!” diyor Cemil Meriç. Herkes oyununu havarilere göre oynuyor.
Huzur İslam’daydı sözde! Değilmiş. Müslümanlar birbirlerini, daha çok Müslüman olduğu için öldürürken huzur İslâm’da değilmiş; gördük!
Lat (Otorite), Uzza (Güç), Menat (Para)
Bu üç put, İslam öncesi Kâbe’nin egemeniydi! Biz İslâm’da huzur ararken bunları bulduk! Lât, Uzza, Menat!
Hz. İsa, son nefesinde Aramca ifadeyle şöyle demiştir; “Eli, Eli, lama şevaktani!” (Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin?)
Sanırım Tanrı bizi terk etti!
MESUT ÖZİL!
Adamın en az 100.000.000.-EU (Yüz milyon Euro) kuru parası var!
Yuvarlak 10.000.000.-EU (On milyon Euro) da FB’den alacak.
Mesut Özil, topa tepse ne olur, tepmese ne... Oynasa ne olur, oynamasa ne... Şu takıma gitse ne olur, bu takıma gitse ne...
A benim bir biti bir okka gelen yurttaşım, sosyal medya sayfalarını Mesut Özil’in transfer tartışmalarıyla doldurulacağına kendi derdine yansana!
A benim asgari ücreti bile burnundan getirilen yurttaşım, oranı buranı yırtsan, o Mesut Özil, o yüz milyon Euro parasından, 50.-EU’yu sana verir mi?
A benim aklı otuz beş santim olan yurttaşım, sen aklını kuru ekmekle mi yedin? (Peynir ekmek demeye dilim varmadı; peynir fiyatları üüüüü!)
KONSERVE!
İki üç haftadır beklediğim ‘konserve metin’, önceki gün, yani 1 Şubat Pazartesi öğleden sonra yerel basına düştü!
Konserve bir açıklamayla karşılaşacağımı biliyordum. Başlangıç ve bitimi duruma göre düzenlenen bu türden konserve çıkışları epeydir izliyoruz.
Yazı şöyle bitiyordu;
“Çaycuma halkı, kişiliklerini yakından bildikleri, Belediye olanaklarının kendilerine peşkeş çekilmesini bekleyip derin hayal kırıklığına uğrayan, hırsı aklının önüne geçmiş az sayıda malum şahsın tahrikine kapılmadan çalışmalara büyük destek verdi.”
Çaycuma CHP İlçe Başkanı, sevgili dostum Şeref Köktürk eliyle basına servis edilen ve her ikimizin de malumu nedenlerle altına “CHP İçe Yönetim Kurulu” yazılamayan bu metnin doğal olarak başını ve sonunu okudum. Ara yerleri ezbere biliyoruz! “Yol yaptık, köprü yaptık, Marmaray yaptık...” falan, filan!
Şeref Beyin basına servis ettiği ve üste alıntıladığım paragraf için sevgili dostuma sitem falan edecek değilim. O da haklı; aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse... Tükürse bir dert, tükürmese bir ayrı dert!
Net bir şekilde eminim, üç hafta önce yazdığım yazıda sözünü ettiğim ayrıntılar ve daha çoğunu Şeref kardeşim de ince ince sorguluyor. Örneğin, bir dilekçeye bir yılda yanıt verilmemesini nasıl açıklasın şimdi? Bu bir değil, beş değil!
Şeref Bey, sevgili dostum, işyerinin arka bölümünde senin çok kahveni içtim. Yerel ve genel birçok konuyu birlikte tartışıp neler yapılabileceğini irdeledik. Senin düşünce şeklini, Türkçeyi kullanışını, kurduğun cümle kalıplarını elbette ki biliyorum. En az senin kadar sevdiğim bir dostumun çalışması olan o metnin başlangıcı ve bitimi ilgili şahıs eliyle değiştirilip sana gönderildiğinde yaşadığın iç sıkıntısını sana yaşattığım için özür dilerim!
Bu günler de geçer sevgili dostum! Benim gözümde, senin, Çaycuma siyaseti için misyonunun ne olduğunu sana son görüşmemizde kavlangaların altında söyledim! Kendini heba etme. Sen bize lazımsın! Sel gider kum kalır! Biz gene birbirimizin çayını içer, birlikte toplumsal mücadeleyi omuzlarız!
Konserve yazıyı basına servis etmek yerine, kendi kaleminden yazdıklarıma yanıt vermeni çok isterdim. Yazacağın her şey de kabulüm olurdu! Bu konserve metin, basın için sayfa dolduran bir dolgu malzemesi olabilir ama sen de bilirsin ki benim için yok hükmündedir!
Son sözüm; çağırırsan kahveni içerim. Biz dostuz!