İstanbul denen cinnet hali

Abone Ol
 
On günlük bayram tatilini fırsat bilerek gittiğimiz Akçay’da İda’nın bol oksijenli havasıyla doldurduk ciğerlerimizi… Yeni ufuklara açtıkları yelkenle evden uzaklaşmaya başlayan çocuklarımızla bir arada olmak kadar, gezme fırsatı da bulduk bir parça… Assos’ta, Ayvalık’ta, Cunda Adası’nda, Ören’de dolaştık… Yapamadığımız tek şey, çoğu tatilde olduğu gibi dinlenmekti… Açık söyleyeyim çok güzel yerler gezdik; “İçim ışıklandı” diyemiyorum, aksine, gördüklerim içimi yaktı… Gezdiğim bereketli toprakların tarihi ve doğal dokusu geri döndürülemez biçimde tahrip ediliyordu çünkü…
 
Manzara kötü… Ülkenin en verimli arazileri, uçsuz bucaksız tarım alanları betona bürünüyor ne yazık ki… Habis bir ur gibi çoğalan çirkin yapılar, yayılım hızıyla insanın dudağını uçuklatan boyuta ulaşırken daha dün meyve bahçesi olan alanlar, birbirine tıpatıp benzeyen ruhsuz mahallelere dönüşüyor… Bin yıllardır canlılara hayat veren Edremit Körfezi’nde, ekilip biçilen arazi yok denecek kadar az ne yazık ki... Bereketi nedeniyle adı altına çıkmış ovalar, sapsarı bir otun esaretinde kazılacağı günü bekliyor… “Gıda güveliğimiz ne olacak?” sorusuysa beş bilinmeyenli denklem olarak önümüzde duruyor…
 
TARİHİ DOKU, YALNIZCA RANT YARATAN MEKÂNLAR OLARAK GÖRÜLÜYOR
Bir insanlık mirası olan Assos gibi Cunda’da da, tarihi doku, insanların, uygarlıkların ayak izlerini sürüp geçmiş gelecek ilişkisini kuracağı yerler değil de, rant yaratan mekânlar olarak görüldüğü için tahrip ediliyor acımasızca… Her yerde olduğu gibi burada da rant sağlayan ören yerleri bir ölçüde de olsa göz önünde tutulurken, diğerleri tümden kaderine terk ediliyor… Sözde koruma altına altında olan varlıklar da kötü restorasyon ve akla zarar eklentilerle özgün kimliğinden arındırılıyor… Ne yalan söyleyeyim, Assos ve Cunda’da da bu durumu görmek epeyce can sıkıyor…
 
Tüm bunlarla dertlenip, tatili için için kendime zehrederken, dönüş yolu, en esaslı stres olarak çıktı önümüze… İki gün önceden yola çıkmamıza karşın, İzmit’e kadar, kimi yerlerde karınca adımıyla gelebildik… Oradan sonraysa İstanbul’un aksi istikametine döndüğümüz için şanslıydık… Biz
akan bir trafikte ilerlerken, karşı şeritteki kaos, kafa göz yarıyordu adeta…  Kazalar, arızalar, sık sık duran trafik… Emniyet şeridi ihlalleriyse bu ülke vatandaşı olduğundan utandırıyordu herkesi… İnsanlar duran trafikte sabırla beklerken, magandalar, herkesin güvenliğini hiçe sayarak ilerliyordu…
 
ŞEHİRLEŞME VE ULAŞIM STRATEJİLERİ BAŞTAN SONA YANLIŞ
Sonuç da ortada tabii ki… Alınan sözde tüm önlemlere karşın meydana gelen birçok kazada yüzlerce insanımız yaşamını yitirdi bu bayramda da… Sürücü kusurlarının payı çok elbette bunda… Ama en büyük pay yanlış şehirleşme ve ulaşım stratejilerinde bence… Ülke nüfusunun dörtte birine yakınını bir kente yığar, günlük ziyaretlerle birlikte bunu katlar ve üstüne üstlük karayolunu tek seçenek yapan yatırımları tüm itirazlara karşın yaşama geçirirseniz ortaya çıkan sonuç bu olur ne yazık ki… Sonuç çok açık, trend böyle sürdüğü takdirde, İstanbul’a 3 değil 13 köprü yapsanız yetmeyecek ileride…
 
Malum, İstanbul 15 milyon nüfusuyla Avrupa’nın en kalabalık, dünyanınsa 15. büyük kenti… Tam bir metropol ama bir yerden bir yere gitmek çile… Yağmur biraz şiddetli yağsa hayat duruyor, kar ise gökten doğal felaket olarak düşüyor yere… Huzur günleri olan bayramlar bile başlı başına stres kaynağı… Oysa, kentleri, yaşamın daha hızlı akması için çıkardı insanlık ortaya… Şurası kesin ki, İstanbul, yalnızca İstanbulluları değil tüm ülkeyi boğan bir cinnet olarak büyüyor… 5 milyon daha nüfus çekeceği söylenen “Kanalistanbul” gibi bir akıldışılığın hâlâ gündemde olmasına ne demeli sizce…