Kapıları İyi Ört

Abone Ol
2013 bittiğinde bir 8766 saati daha harcamış olacağız ömür kredimizden. Saatler ve yıllar nasıl da gayretkeş varış ipini göğüslemek için. 45’ime kadar ruhen bu yarışta “Ben de varım” diyordum ama sonrasında ağırdan almaya başladım. Fakat kahrolası bedenim, kafa kafaya hatta bazen yılların da önüne geçerek koşuya devam etmekte. Hem de sonunda kazanacağı madalyanın, eğik bükük bir iskelet ve kırışıklıklarla dolu bir surat olduğunu bilmezmiş gibi aptalcasına. Bir tek iyi yönü var, yaşlandıkça olgunlaşıp, hoşgörü sahibi oluyor insan. Olaylar karşısında gençlikteki gibi telaş yaşamıyorsun, alabildiğine bir genişlikle "Amaan olduğu kadar" diyebiliyorsun. Bireysel olarak neyse durum üç aşağı beş yukarı toplumsal olarak da öyle aslında. Genç bir cumhuriyet bizimkisi. Kanımız hala kaynamakta. Telaştan, taşları yerine oturtamıyor, ellerimizde hoplatıp duruyoruz ha bire. Bir ayağımız ileriye basarken diğerini geriden alamıyoruz bir türlü. Bir dudağımız yerde diğeri gökte tabiri caizse. Dilimizde hep aynı pelesenk "ne olacak bu memleketin hali".

Dünyanın en modern ve refah seviyesi en yüksek, sistemini oturtmuş memleketlerinde en az iş yapan sektör, haber sektörüymüş. İllegal hiçbir gelişme yaşanmadığından yapılacak haber de olmuyormuş. Norveç'teki o korkunç okul baskını olayı aylarca konuşulmuş, hala da konuşuluyormuş mesela. Olgun medeniyetlerin hali bizim genç sistemimize göre ne kadar sıkıcı di mi ama? İnsanın haber seyredeyim diye tv karşısına geçince esnemeye başlaması düşünülecek gibi değil. Tv ile kavga etmek nedir bilmeyen halklar. Olacak iş değil. Oysa bizim gündemimiz kanımız gibi fokur fokur kaynamakta. Hep gençliğimizden tecrübesizliğimizden işte. Küçük küçük özeleştiri yapmak isterim naçizane. Gençlik başımızda öyle bir dumandır ki…

Evde de, sokakta da kavga ederiz, komşumuzu pataklar, karımızı keseriz, yetmez eve gelir, tv’den diğerlerinin kavgasına iştirak ederiz. En tepeden en dibe kadar, zekamızın inceliğinden çok gücümüzün kabalığını konuştururuz genellikle. Her daim kendimizi haklı bulduğumuz tartışmalarda, kimseye söz hakkı vermez, hep konuşan biz olalım isteriz. Yontarız hep kendimize, en büyük dilimi ayırırız pastadan yine kendimize. Başkalarını toz bulutunda boğarken acımadan, kendimize gelince zerresini kondurmayız üstümüze. Başkaları için işlemeyen adalete vah vah eder, canı yanan kendimizsek ama dünyayı ayağa kaldırır, bakanından mübaşirine kadar, ciyak ciyak herkesi çağırırız göreve. Kalabalığızdır ama yalnızlığı da tadarız yeri geldiğine. Hep gençlikten, başımızdaki kavak yellerindendir fevriliğimiz ve sonunda küsüp yalnız kalmalarımız. Hatırı sayılır bir alınganlımız da mevcuttur. En küçük bir eleştiride de küser, ben oynamıyorum'a bağlarız.

Mücadelelerimiz bireyseldir. Bir araya gelip güç birliği yapalım der ama elimize yüzümüze bulaştırırız. Diğerlerini yönetmek arzusuyla hemencecik ekip ruhundan sıyrılır tek adam psikozuna teslim ederiz kendimizi. Üçlü kanepe, ikiz yataktan önce gelir koltuk, eşyaların içinde. Kurulursak hasbelkader bir de, başımıza tacımızı, onu bunu dürtmek için asamızı da kolumuza kendimiz takarız alelacele. Makamsal sıfatların ismimizin önüne geçmesi bizi ziyadesiyle memnun eder. Örn. dikkat edin birçok anne, yeni işe giren çocuklarından bahsederken, muhakkak işvereninden önce "müdür" yapıverir onları. Pohpohlanmaya bayılır, sensin denilmesinden ziyadesiyle keyif alırız. Gelen makamın hazzıyla egomuz yükselince, burnumuz kalkar ve delikleriyle muhatap ederiz resmimize bakanları. Geçip gidince de o makamlar,  dost bir çift göz ararız, pınarlarımızda düşmek üzere olan, garibim bir kaç damla yaşla. Bir an önce büyümek arzusuyla, anamızın babamızın ayakkabısını giymekle aynıdır durumumuz.

Evet, yalnızlığı da iyi biliriz hakikaten. Tırım tırım sevgiyle tutacak bir el ararken bile mangalımızda hiç kül bırakmayız. Bir o kadar da, kuyruğumuzu kıstırmışlığımız vardır hani laf aramızda. Ergen bireylerimiz beden dilini kullanır çoğunlukla. Cinsimizle ilgili vasıfları vitrinimize koyunca sahip olduğumuzu da zannederiz. Rızıklarını kazanmak için tüm enerjimizi ve zamanımızın en verimli dilimlerini tükettiğimizden biraz da zahmetli olduğundan sadece besleyip büyütürüz evlatlarımızı. İlk ve en önemli olan, yani aile içi eğitim de gümbürtüye gider böylelikle. YETİŞTİRME işini başkalarına bırakırız sonra da değerlerimizi yitirdiğimizden yakınıp dururuz ama,  başarılarını bizden almış olduğu mükemmel genetiğe, arızalarını da babaysak anasının, anaysak babasının bozuk genetiğine yada toplumsal bozulmaya mal ederiz.

Peki ya, diğerleriyle ilgili olumsuz duyumların bizi memnun etmişliği olmasa, kan kusup kızılcık şerbeti içtim der miyiz hiç? 90 yıl önce kurulan gencecik ama koskoca bir orkestrayız biz. Hep, sonradan bir türlü beğenmediğimiz şeflere teslim etsek de farklı bir sürü enstrümanla bir senfoni besteleme peşindeyiz. Bizi en iyi ifade edecek melodilere karar veremiyoruz bir türlü. Her bir enstrüman, ite kaka diğerlerini, öne çıkmak, daha çok yer almak istiyor bu senfonide ama nafile. Çünkü el'an vurmalı çalgıların gürültüsü birinciliği kimseye kaptırmamakta.

Her türlü gelgit'imize rağmen, benim güzel memleketimin bereketli topraklarında yaşayan çoğu genç onca insanla, damarlarımızdaki asil kanla, pırıl pırıl ışık dolu yüreğimizdeki sıcaklıkla, adım adım ilerleyeceğimize, aydınlıklara yürüyeceğimize inancım tam benim. Büyüyüp gelişeceğiz ve dünya üzerinde, bu topraklara, içtiği suyla, soluduğu havayla kök salıp koca bir çınar olacak bir gün TÜRKİYE'm, biliyorum.

Birkaç gün sonra, bir yıl daha aktarılacak gelecekten, istihkakımıza. Bize güzel günler getirecektir yaşamamız, yeni olanaklar getirecektir değerlendirmemiz için.  Gençlikten, yetişkinliğe geçişimizin ilk senesi olsun ikibin on dört, cahilliğin gölgesi, düşmanlığın isi pusu, karanlığın soğuğu girmesin hanelerimize. Aman diyim kapıları iyi ört.