22 Şubat 2014 Cumartesi günü çevreye duyarlı sosyal örgütlerin desteği ve organizasyonuyla Zonguldak’ın kirletilmesine karşı Muslu’da düzenlenen bir eyleme katıldım, yüreğinde kaygı taşıyan bir dolu kalabalıkla beraber. 3. ünitesinin hafriyat çalışmaları tamamlanan ve memleketimin 78 km.lik sahil şeridinde eğer dur denmezse sayıları 12’ye ulaşacak termik santrallere karşı durmak, istemediğimizi haykırmak için.
Çocuklar vardı orada minicik ellerinde "Geleceğimi karartma" yazılı pankart taşıyan. Sloganın bilincinde değildiler muhtemelen ve belli ki kalabalığın coşkusundan oyunmuşçasına heyecanlı, neşeliydiler. Gören herkes gibi ben de gözlerimle değilse bile, gülümsedim dudaklarımla.
Gündüzleri, temizliği simgeleyen beyaz renkte, gecenin karanlığı çökünce de dehşeti simgeleyen simsiyah dumanıyla arşa, arşımıza, semamıza, gökkuşağımıza ha babam de babam zehir üflenmekteydi dev bacalarından santralin. Bu bacalardan ciğerlerimize ekilen zehir zerrelerinin meyvelerini toplayacaktık çoğumuz yakın gelecekte. Belki bir hastane odasında kolumuzda serum, artık kendimiz beceremediğimizden yapay aletlerle soluklanırken zar zor, dilimizde son cümlemiz, kelime-i şahadet..
Başka bir pankartta ise, simsiyah kimyasallar yağarken kirlenen bir çiçek resmedilmişti. Bence olayı en güzel özetleyen pankart buydu. Bir çiçekle başlayıp, insanlığın tek evine, dünyanın çatısına kadar katran akmakta, yaşam hakkımıza tecavüz edilmekte ve geleceğimiz karatılmaktaydı. Yerel halk ilgisizdi evet, bir kadın gördüm evinin penceresinden ağlayarak bizi izleyen. Belli ki kendisi gibi düşünmeyen çoğunluğun içinde yaşamaktaydı, o yüzden çekinceli sallıyordu ellerini bizi selamlarken ve onun gibi düşünmeyen çoğunluğun sesi oldu başka bir kadın. Oldukça öfkeliydi bu kadın. Kendilerini unutan devlet mekanizmasınaydı ama onlar adına bize yöneltti öfkesini. Neredeydiniz şimdiye kadar diye sordu bize, öldürüyor bu santral sizi de bizi de dediğimizde ise, Çocuklarımız çalışıyor orada, öleceksek tok öleceğiz dedi. Vahametin farkında olup, çaresizce savunan insanların varlığı ne büyük acıydı. Gözlerindeki hınç yüreğimi deldi. Haklıydı aslında. Kilit cümlelerdi söyledikleri. Önce aç bırakılıp, bir lokma ekmekle gün kurtaracak hale getirildik, sonrada geleceğimiz söküp alındı, alınmakta. İşte sistem buydu. Bu kahrolası bir türlü doymayan sistemin dev çarkları öyle bir işliyordu ki, birer birer değil, halk halk, millet millet öğütülüyorduk acımadan.
Muslu kestane ağaçlarının hayat bulduğu bir beldeydi aslında. Ama termik cellat önce onlardan başlamış olmalı ki işine, hepsinin suyu çekilmiş, kurumuş, ölmüşlerdi sessizce. Yine de dik durmaktaydı cesetleri tepelerde.
Bir de teyze vardı elinde baston, yolun kenarında bir kuru ağaç kütüğüne oturmuş bizleri izleyen. Sohbet ettik onunla biraz. Onun da çocukları varmış santrelden ekmek yiyen. Düşüncelerini sorduk. Ne yardan ne serden vazgeçiyordu sözlerinde. ..Kötü ama ne yapalım, ekmek diyordu. Sevgiyle kucakladı bizleri can teyze, yumuşacık elleriyle, yemyeşil gözlerinde sevgi pırıltıları sisi de soğudu da deldi, ısıttı direniş dostlarını. Ne güzeldin sen teyzem, ne güzeldi fistanın, elinde baston, yüreğinde "sağ kolumdu" dediğin göçüp giden acısı kocanın...
Muslu’da Zonguldak’ta, ya da dünyanın neresinde olursa olsun, insana kıyılıyor, trilyonluk cirolar tercih ediliyorsa DUR diyorum. Muslu’da santralin dibindeki ilkokulda okuyan bugünün çocuklarının, geleceğin teyzeleri, amcaları olma hakkını ellerinden alamazsınız diyorum. Ben evimin penceresinden, serin ıslak rüzgarları koklamak istiyorum, yapraklarında kara lekeler görmek istemiyorum ağaçların, tertemiz mavisini yeşilini istiyorum Zonguldak’ın.