KAVGA AYIRICI

Abone Ol

     Hem emekli hem de altmış beş yaş üstü olunca, boş zaman bol. Boş zaman, düşlere, düşüncelere kaçırıyor insanı. 

     Televizyon açık. Dertler dökülüyor ekranda. İçimde dolaşıp kendimi arıyorum. Yaşamı sorgularken bir nokta sorulaştı dilimde:

     Kavgacı mıydım? Dövüşçü müydüm?

     Çocukluktan başlayıp yaşam yollarımı yeniden dolaştım. Ufak tefek şeyler vardı da dövüş kavga yoktu. Uzlaşıcıydım, uzlaştırıcıydım. 

     Kavga ayırıcılık nereden geldi bana, bilmiyorum. 

     Kendimi bildim bileli, kavganın, dövüşün yıkımından sakınmak için çırpındığımı hatırlıyorum. Horoz dövüştürmekten zevk alanlara bile kızardım. Köpek dalaşmaları, koç tokuşmaları rahatsız ederdi beni. Böğüren öküz ürpertirdi. Bazıları horoz, köpek, ne bulurlarsa dövüştürürlerdi. 

     Aslında yaşamda kavga doğaldı. Kavga ayırmaktan doya doya kavga da edemedim. Hiç olmazsa, dövüş ayırırken yediğim yumruklar, yerlere fırlatılışlarım kavga sayılsa...

     Derince'de oturuyorduk. İzmit dönüşü, Sağlık Ocağı önündeki ara sokaklardan eve gidiyorduk. Akşam alacası. Puslu, yağmurlu, pis bir hava. Şemsiye yok. Eşim, küçük çocuklarım yanımda. Fileler, torbalar... 

     Matador Ekmek Fabrikası arkası. Yokuş yol. Solda ortası tümsek boş bir arsa. Tümsekte itişen çocuklar. 

     Duramadım. Bizimkileri bıraktım. Ben yaklaşınca tansiyon yükseldi. Vuruşma başladı. Yakalar toplandı. Tekmeler savruldu. Sövmeler, bağırmalar... 

     "Çocuklar! Durun! Dövüşmeyin! " 

     Saldırı şiddetlendi. Araya girdim. Omuzlardan ittim. Yere düştük, çamurda yuvarlandık. Bileklerimde torbalar, ellerim yakalarda tekrar ayağa kalktık. Yandan, üstten tekmeler, yumruklar... 

     "Kaç! Kaaaç! Gel!" 

     Kaçamadım. Tekrar yere düştük, yuvarlandık. Yine su, çamur banyosu. Aldığımız giysiler, güzel şeyler bizimle birlikte çamura bulandı, ıslandı. 

     Yeniden kalktığımızda, tepemdeki korkunç gerçeği gördüm. Biri kocaman bir ateş tuğlası, diğeri çatallı, paslı bir demir eline geçirmişti. Korktum. Tehlike tam beynimin üstünde sallanıyordu. 

     "Kaç! Bıraakk! Kaç!" 

     Aradan fırladım, kaçtım. Savaştan çıkmış gibiydim. Üzüntülüydüm. Aklım orada kalmıştı. 

     Biz boğuşurken hava kararmıştı. Maalesef barış yoktu. 

     Hey gidi çocuklar, hey gençler! Ben sizinle ne kavgalar yaşadım! 

     Yıllar sonra Erdal, okulda, ziyarete geldiğinde:

     "Öğretmenim, sizin sayenizde ben katil olmaktan kurtuldum. O kavgada sizin sesinizi duyunca donup kaldım. Yoksa demiri o çocuğun beynine indirmiştim!" 

    O günlerde okul önlerinde ergenlerin 'kız arkadaş' kavgaları olurdu. O yüzden çıkışlarda uyanık olurduk. 

     Yeşil Cami önünde 19 Mayıs'ın gençleri toplanmışlardı. Bizim yiğitler de kız arkadaşlarını sakınıyorlardı. İtişip kakışma koşuşturup vuruşmaya dönüşmüştü. 

     Merdiven başından görmüştüm Erdal'ın elinde yükselen demiri. Tam inerken:

     "Erdal! Erdaaal!" 

     Çocuklar ara sokaklara dağılıp gitmişlerdi. 

     Yine, bir sabah erken uyanmıştım. Dışarıdan bir çığlık geldi. Hemen mutfak balkonuna koştum. 

     Bir adam, bir genç kadını sürüklüyordu, kadın gitmemek için direniyordu. Çevrede kimse yoktu. Duramadım. Bağırdım:

     "Hey! Bırak kadını!" 

     Adam, başını kaldırıp bir şeyler söyledi. Dinlemedim. 

     "Bırakmazsan polis çağıracağım!" 

     Parmağıyla tehdit eden adam, kadını bırakıp uzaklaştı. Kadın, ters yönde yürüyüp gözden kayboldu. 

     Günlerce, o parmağın öfkesi yoluma çıkar diye tedirgin yaşadım. 

     Şimdi o çocukları, gençleri düşünüp kendimi sorguluyorum. 

     Aslında, ben, kavga ayırırken çocukluğumu, gençliğimi de yaşamışım. Kavgadan kaçmışım, ama ayırırken dayak yiyecek kadar da cesurmuşum.

     Erdem eylemde aranırmış. Yoksa bu kadar boş zamanda ne anlatacaktım?