Kendi ördüğümüz duvarın altında kalmak...

Abone Ol

Bildiğiniz gibi düğün mevsimine hızlı başladık. Pandemi nedeniyle düğününü erteleyen, işi gücü zora giren nice gelin damat adayı ve aileleri bu mevsimi dört gözle bekliyordu. 1 Temmuz itibariyle beklenen oldu ve kısıtlamalar da kalktı.

Korona kısıtlamaları kalktı ama bu defa da gelenek görenek dediğimiz bir sürü teferruatlarla boğuluyoruz. Bana göre bu da bir nevi sosyal baskı/kısıtlama anlamına geliyor.  

Hep 'el alem ne der' çerçevesinde yaşıyoruz şu kısacık hayatı.

'Onu derler, bunu derler, ayıplarlar, kınarlar...' diyerek hayatımızın etrafına anlamsız duvarlar örüyoruz. Halbuki sade bir nikah veya düğün ile de insan mutlu bir evliliğe yelken açabilir. İnsanın ailesi, yakınları, arkadaşları ve tüm sevdikleri yanında olduktan sonra bazı alışkanlık haline gelen ritüelleri de yapmayıversek ölmeyiz değil mi?

İlla o da olacak, bu da olacak... 'Şunun şurasında bir kere evleniyoruz, biricik kızımız var, bir evin bir oğlu' diye diye saçma dizilerden devşirme, yapmacık teferruatlarla, yazılı olmayan kuralları dayatıyoruz kendi kendimize...

İmkanı olan her neyse de hiç durumu olmayan gençler de bu tuzaklara düşüyor. Kimi aileler de el alem ne der moduna kendini fazlaca  kaptırıyor. Sonuç olarak ağır bir borç yükü altında giriliyor. Üç beş saatlik düğünün peşinden birkaç aylık cicim ayları da gelip geçtikten sonra daha evliliğin en güzel yıllar borç altında geçiyor. Cicim aylarının sonu dert aylarına evriliyor. Tabi ki bunalımlar, zorluklar yeni nesil gençleri çok yoruyor. Bu defa aile içinde hır gür başlıyor. Bir kez evleniyoruz diye yola çıkan gencecik kızlar delikanlılar boşanıyor, yuvalar yıkılıyor.

Değer mi lüzumsuz geleneklerle yuva yıkmaya? Herkes kendi imkanı ölçüsünde adım atsa, kimse kimseyi kınamasa, kimse kimsenin ne dediğine bakmasa her şey daha güzel olacak ama; olmuyor, olamıyor işte...

Eski insanlar zorluklara karşı hazırlıklıydı. Aileler çocuklarını küçük yaşta yanında ufak tefek işlerde çalıştırır, hayatın zorluklarına karşı bir nevi hayat dersi verirlerdi. Fakat son yıllarda hepimiz, "Aman biz çektik, evladımız çekmesin" diyerek nazlı yetiştirdiğimiz evlatlarımızla  imtihan oluyoruz. Bunun Z kuşağıyla ilgisi de yok. Tamamen, zora gelemeyen, yokluk bilmeyen, bir dediği iki edilmeyen tuhaf bir nesil bu düpedüz... Allah kolaylık versin...

Dün(Cuma) hocanın hutbede okuduğu acı gerçekler önemliydi.

Ne demişti din görevlisi: "Peygamber Efendimiz (s.a.s), sevgili kızı Fâtıma’yla amcasının oğlu Hz. Ali’yi evlendirmişti. Hz. Fâtıma’nın çeyizi, bir parça kadife, bir su tulumu ve bir yastıktan ibaretti. Hz. Fâtıma’nın çeyizi gibi mehri ve düğün yemeği de gayet sadeydi. Bu mütevazı düğüne şahit olanlar, 'Biz, Fâtıma’nın düğününden daha güzel bir düğün görmedik.' demişlerdi. 

Dinimiz, hem düğün hazırlıklarımızın hem de nikâh ve düğün törenlerimizin kolaylaştırılmasını öğütler. Her işimizde olduğu gibi düğünlerimizin de gösterişten uzak ve sade yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurur: 'En bereketli nikâh, zorluğu ve külfeti en az olanıdır.'

İşte bunlar, bana bu satırları yazdırdı.

Tabi bu gerçekler, toplumun mutluluğu adına güzel ve uygulanabilir nasihatler... Ah bir de sözde kalmasalar...

Biz De Vaktiyle Güzel Yiyeceklerdik!

Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış." dedi.

Bunun üzerine hazret-i Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe; "Kime danışacaksın, kimsen yok ki? " diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı." dedi.

Behlül; "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halîfe heybetle; "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;

Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.