Dik yamaçlı dağların arasına sıkışmış bir köydü yaşadığım, küçük bir yerleşim yeriydi. Düz bir yolun sağında solunda birkaç ev sadece, bazılarının içinde yaşamın olmadığı… Yani herkesin birbirini tanıdığı hatta tanımaktan öte kimin evinde ne yemek pişti ondan bile haberdar olduğu şirin bir köydü. O küçücük köyde kayıplara karıştı çocukluğum, aramaktan hiç vazgeçmediğim.
Kışlarının soğuğunda titrediğimiz, ocak başlarında odun çıtırtılarında sohbetler ettiğimiz, dağarcıklarımızda olanları bile imeceye dönüştürüp paylaşarak bilmediğimiz konularda ahkâm kestiğimiz ocak başı söyleşilerimiz… Cahilliğimizin farkında olmadan dilimizden dökülüveren, hayal dünyamızın satırları… Yani sözcüklerin aramızdaki yolculukları... O kış akşamlarının anlamını anlayabilmek için aradan geçecek olan zamana emanet ettiğimiz imece sohbetler… Sonra neredeyse kimin hangi saatte yattığını tahmin ettiğimiz uykulara uğurladığımız, ev halkına eş değer köy halkı… Gece sessizlikleri o dik yamaçlardan uğultu uğultu yayılan çakal, kurt sesleriyle bölünürdü. Her gece nöbet tutarcasına, aralıksız seslerini duyup ürktüğümüz ama alıştığımız hayvan sesleri... Ta ki nöbeti horozların ötüşüne bırakana kadar sürecek olan... Ertesi günde önce yakılan kuzinelerin üzerinde demlenen çaya katık olacak, yazdan kilerlere koyduğumuz buğday ve mısır unundan yaptığımız yiyecekler; elma, armut pekmezleri ve tereyağı... Saatlerce yayık yayarak oluşumuna şaştığım, o ineklerden sağdığımız sütlerin marifeti… Sofranın baş tacı, kümesten alınan yumurtalara ateşin üzerinde kim daha iyi partner olabilir ki tereyağından başka! Karın doyurmak öncelik sabahlarda ama o sofraya hizmet edenlerin hizmetleri de en öncelikli olandı. Önce ahırda olanların karnı doymalı, sonra kümestekilerin. Onların bakımlarından sonra gönül rahatlığıyla oturulmalı sofralara. Hep öyle yapılmış, büyüklerden görüldüğü gibi. Öyle de devam ediyor. Soğuk havalarda ahırda ısınmaları için ateş yakılırdı hayvanlara. Hele doğum yapmışlarsa küçücük buzağılar titreyerek sokulurdu annelerine. O zamanlarda ahırda sabahlanırdı gaz lambalarının aydınlığından yararlanarak. Karanlıkta yeni doğmuş olanları korumak için ahır köşelerinde tilki uykuları uyunurdu. Sağılan sütlerden yapılan peynirler, yoğurtlar... Soframıza koyduğumuz her nimete şükrederek önemli olduklarını unutmadığımız hayvanlarımızı, kahvaltıdan sonra -kar yoksa ortalıkta- hava almaları için dışarı çıkarır, su içmeleri için çeşmelerin yalaklarını doldurur, ağaçlara dolanan sarmaşıklardan yeşillik yedirirdik. Aklımın almadığı geçmişte hayvanlara gösterdiğimiz bu özeni bugünlerde insanlara neden gösteremediğimiz. Kışlarını biraz daha sakin geçirdiğimiz köyümüzde, baharın gelmesiyle hareketlenirdi her şey. Doğayla birlikte bizler de yavaş yavaş uyanırdık, tembelliğine alıştığımız kıştan. Tarlalar hazırlanırdı. Şimdi traktörler kazıyor. O zamanlarda öküzlerle saban sürülür ya da elimizde kazmalar, buğday tarlalarından başlanırdı .Mevsimine göre sırasıyla ekilirdi ekilmesi gerekenler. Küfelerde inek gübreleri, sırtımızda taşıdığımız ya da eşeklere yüklediğimiz tohumların altına serilirdi. Her şey doğaldı yani. Çok çalışırdık karnımızı doyurabilmek için. Öyle kışın olan sohbetler yaz akşamlarında olmazdı; yazın oturduğumuz yerde yorgunluktan uyurduk zira. Köyün her yerinde salınan meyve ağaçları, her çeşidinden, yemyeşil kırların arasında erikler, kirazlar, dut, incir, elma, armut... Daha bir sürü meyve, dalından kopar ve dibinde ye afiyetle. Kuzular salınırken otlaklarda, sen akıp giden ırmak suyunda tut dileklerini. Köyümde her şey vardı. Küçüktü belki ama gerekli olan her şey vardı, aşk bile. Benim aşkım da iki ev ötede, çeşme başında bakışarak başlamıştı gizli kapaklı. Duyarlarsa ayıplanırız korkusuyla, en saf haliyle yaşadığımız, en güzel duyguydu. O günlerde öğrendiğim her şey -ki en önemlisi aşk- o da sofrada, ocak başında, tarlada olanlar kadar doğaldı. Yalansız, en yalın haliyle çarpardı kalbimiz hem de karşılıklı. Bir küçük köyüm vardı eskiden, bugün dünyamı büyültmeme yarayan. Yaşadığım güzelliklerde gözümü doyuran, paylaşmayı, sevmeyi, çalışmayı, her şeyden önemlisi paylaşımlarımızda emeği olanlara saygı duymayı en iyi öğreten bir köy… Bizler hayvanlarımıza bile hürmet eder, öncelik gösterirdik. Şimdilerde yaşanılanlar, insan ilişkilerindeki yanlışlıklar, o insanların köylerinin olmamasından ya da insanlığın eskide kalmasından mı? Bugünü olmayan, bugünlerde yaşanamayan, cevabını bulamadığım en zor soru...Oysa en kolay, en kutsal olan insan olabilmek. Yaşadıklarım için şanslı olduğumu düşünürüm hep. Çünkü ne zaman başım sıkışsa, ne zaman şarj etmem gerekse kendimi, kaçıp sığınabileceğim bir köyüm var hâlâ