MADENCİYİ ANLAMAK

Abone Ol
  Belki klişe bir sözdür ama ''Madencinin halinden ancak madenciler anlar'' sözü çok doğru bir sözdür. Çünkü madencinin yer altında yaptığı işleri ve çektiği sıkıntıları dışarıdaki insanlar göremez.  Ayrıca, yer altından çıkarılan madenler başka materyallerin hammaddesi olduğundan uzun süre göz önünde olamaz. Kısacası, madencilerin yaptığı işler ve çıkardığı ürünler bir inşaatçının diktiği bina veya bir ressamın yaptığı resim gibi insanların dikkatini çekmez.
   Bildiğiniz gibi 4 Aralık Dünya Madenciler Günü idi.Ve geçen hafta boyunca tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de madenciler bayramı kutlamaları yapıldı. Peki neden başka mesleklerin bayramı yok da madencilerin var? Bunu hiç düşündünüz mü? Ben size söyleyeyim: Bunun sebebini yine''madencinin halinden ancak madenci anlar''  sözünde aramak gerekir. Çünkü madenciler başkalarının görüp takdir edemediği dünyanın en zor ve en riskli işini yapmaktadırlar. Ve bu yüzden dayanışma ihtiyacı duymaktadırlar. Senede bir gün de olsa kendi aralarında bayram yaparak bu dayanışmayı pekiştirmek istemektedirler. 
   Madenciliğin ne kadar zor ve riskli bir iş olduğunu sizlere kanıtlayabilmek için, başımdan geçen gerçek bir olayı anlatmak istiyorum.
   O zamanki ismiyle, Ereğli Kömürleri İşletmesi Müessesesi (EKİ) Kilimli Bölümünde ocak mühendisliği yaptığım sıralardaydı.. Sene 1975 olabilir.. Zonguldak'ın tanınmış avukatlarından ve bir ara Zonguldak Barosu Başkanlığı da yapan Mevlüt Ünlü, o zamanlar yeni mezun olmuş heyecanlı ve idealist bir avukattı. Genellikle işçi davalarına baktığı için işçilerin çalışma şartlarını yerinde görmek istiyordu. Ayrıca, zaten kendisi de bir işçi çocuğu idi.
  Şimdi rahmetli olan Mevlüt, aynı zamanda benim de sevdiğim bir arkadaşımdı. Bu arzusunu bana söyleyince ben de kendisini bir gün ocağa götürmeye söz verdim.
  Mevlüt sözleştiğimiz gün geldi. Ocak kıyafetlerimizi giydik. Baretlerimizi taktık ve lambalarımızı da aldık.
   Burada konunun daha iyi anlaşılabilmesi için biraz madencilik yapmamız gerekecek izninizle..
   Yanımızda tecrübeli ocak şefi Şahin Arslan ile birlikte, deniz seviyesinden 50 metre yukarıda olan ana galeriden ocağa girdik ve ocak içindeki kuyunun başına ulaştık. Buradan asansörle deniz seviyesinin 260 metre altındaki ana kata indik ve buradan üretim yapılan ''Acılık Ayak'' dediğimiz üretim panosunun başına geldik.
   Bu pano deniz seviyesinden aşağıda, yani -260 ana katı ile -360 ana katı arasında idi. Acılık adı verilen, kalın ve kaliteli kömürü olan bir damarda üretim yapılıyordu. Acılık damarı oldukça dik bir damardı ve ortalama eğimi 45 derece civarında idi.. Üretim esnasında gaz ve toz salınımı da oldukça fazlaydı. Kısacası, çalışma şartları zor bir damardı.
   Yüksekliği 1,5 metre olan, bir tarafında kömür, öbür tarafında, yani kömürü alınan arka tarafında ağaç tahkimat olan 2 metre genişlikte ve 45 derece meyilli bir yeraltı açıklığı düşünün; işte o delikten aşağı ineceğiz.. Hem de takriben 200 metre uzunluktaki gaz ve toz dolu bir ortamdan geçeceğiz..
   İşte bu Acılık damarının içine, martopikör denilen ve basınçlı hava ile çalışan kömür kazı tabancalarının müthiş takırtıları arasında girdik. Kazmacı denilen kazı işçileri ile konuşarak, yani bilgi alıp talimat vererek, genellikle kıçımızın üstünde sürünerek, aşağı doğru kaydık. Fakat dip kısma yaklaştığımızda, kömürün meyli 90 dereceye çıktığı için, 10 metre boyunda küçük ve dik bir kuyudan inmemiz gerekiyordu. Kazılan kömür ve taş parçaları zaten büyük bir hızla aşağı yuvarlandığı için, bu dik kısmın kömür kazısı esnasında içine girilmesi çok tehlikeli idi. Bu nedenle kazmacılara biz aşağı inip ayaktan çıkmadan, takriben 10 dakika kömür kazmamalarını tembihledik.
   Tabii kazmacılarda saat falan yok ya, daha 3-4 dakika geçmişti ki üst kısımdaki martopikörler hep birden takırdamaya başladı. Peşinden de yukarıdan aşağı sağanak halinde kömür ve taş yağmaya başladı tabii ki..
   Biz o esnada, içindeki merdiven yardımıyla, o küçük kuyunun içine girmiştik ve bir an önce dibe inip bu badireden kurtulmanın telaşına düşmüştük. Biz hemen aşağı inelim derken aksilik bu ya, bir de baktık ki aşağı çıkış ağzı biriken kömürle kapanmış! Sonradan öğrendik; aşağı kattan gelip kömürü alacak olan vagonların gelmesi gecikmiş meğer! Bu yüzden de kömür boşaltılamamış.
   İşte şimdi asıl trajedi başlıyor!
   Tam anlamı ile kapana kısılmıştık. Aşağısı zaten kapalı.. Tekrar yukarı çıkmamız bu kömür ve taş sağanağı nedeni ile mümkün değil. Sadece baretlerimizi döven bu sağanak olsa neyse; bir de yoğun bir toz bulutu var ki nefes alamıyoruz. Nefes almaya çalıştığımızda ağzımız burnumuz tozla sıvanıyor. Yukarıya sesleniyoruz, o takırtı ve gürültü arasında sesimizi duymaları imkansız.. 
   İşte böyle bir durumda panik halinde iken, korkma demek için Mevlüt'ün kolunu tuttum. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim: Mevlüt elektrik çarmış gibi şiddetli bir şekilde titriyordu!
   Üniversitede bir saat kurşun yağmuru altında iken bile korkmamışken, ne yalan söyleyeyim ben de korkmaya başlamıştım. Zira saniyeler hızla ilerliyor ve alt kısım hemen açılmazsa ya kafamıza düşen iri parçalar yüzünden birkaç dakika içinde ya yaralanıp öleceğiz, ya da tozdan boğulacağız. Buna rağmen sırf Mevlüt  daha fazla korkmasın diye cesur görünmeye çalışıyordum.
   Mevlüt şok geçiriyordu. Hiç sesi çıkmıyordu. Yılların tecrübeli madencisi Şahin Çavuş bile neredeyse pes etmek üzere idi.
   Derken bir mucize oldu: Ayağımızın altındaki kömür aşağı doğru çekilmeye ve dip galeriden sesler gelmeye başladı. Birden umutlandık. Demek ki kömürü almak üzere boş vagonlar gelmeye başlamıştı..
   Nitekim bize çok uzun gelen birkaç dakika içinde, biz de kömürle beraber boş vagonların içine düştük.
   Bu bizim için inanılmaz sevinçli bir andı. Allah'ımıza şükrettik.(Nedense böyle zamanlarda Allah'ı daha çok hatırlıyoruz. Zaten bir söz vardır; ''Sallanan uçakta ateist kalmaz!'' diye.)
   Tabii ki Mevlüt'e, bu durum bizim için sıradan bir olaymış gibi davrandık ama çektiğimiz korkuyu bir ben bilirim!
   Sanırım Mevlüt ondan sonra bir daha ocağa girmeye tövbe etmiştir. Ama madenci müvekkillerinin haklarını daha canla başla savunmuştur. Yani çektiği korku boşa gitmemiştir.