MEZHEP SAVAŞLARI

Abone Ol


  Merkez üssü Orta Doğu bataklığı olmak üzere, İslam ülkelerindeki, gerektiğinde terörizmi de kullanan bitmez tükenmez savaşların gerçek nedenini araştırdığınızda; bunların mezhepsel çatışmalardan kaynaklandığını görürsünüz. Diğer nedenler ''suyu bulandırıyorsun'' türünden olup zahiri nedenlerdir. Kısacası; bu savaşlar aslında mezhep savaşlarıdır.

  İslam dünyasında mezhep savaşları daha peygamberimiz Hazreti Muhammed'in öldüğü andan itibaren başlamış olup günümüze kadar artarak ve yayılarak sürmüştür. Bu yüzden İslam dünyası bir türlü  tam bir birlik ve bütünlük tesis edememiş ve sürekli huzursuzluk yaşamıştır. Bunun sonucunda da İslam ülkeleri hep geri kalmışlardır. Bu geri kalış sadece ilimde ve ekonomide olmayıp ayrıca sosyal ve kültürel yaşamda; ve özellikle demokraside de olmuştur. Bunun aksini iddia edenler varsa sadece evrensel verilere bakmasınlar. Ayrıca, İslam ülkelerinden kaçan mültecilerin neden Müslümanlara değil de Hristiyanlara sığınmak istedikleri üzerinde bir düşünsünler.

  İşte bu gerçeği bilen Atatürk; Türkiye Cumhuriyetini kurarken kavgacı Arapları devletin sınırları içine almamış ve din ile devlet işlerini ayıran laiklik ilkesini bizzat anayasaya koydurmuştur. Ayrıca, ''yurtta sulh, cihanda sulh'' prensibini de devlet politikası haline getirmiştir. Bu sayede devletimiz; çok sıkıştırıldığı halde İkinci Dünya Savaşı'na bile girmeyerek komşuları ile hep barış içinde yaşamaya çalışmıştır. Ufak tefek bazı sorunlar yaşadıysa da bu barış politikasında bu güne kadar başarılı da olmuştur.

  Fakat maalesef günümüzde bu politika kısmen terk edilmiş görünmektedir. Neo Osmanlıcılık ve İslam aleminin lideri olma hayalleri ile bizi sıkıntıya sokacak gereksiz risklere girmeye başladık. Ama en tehlikelisi de yıllardan beri özenle kaçındığımız mezhep savaşlarına müdahil olduk.

  Mezhep savaşlarının tehlikesini ve bu savaşlara nasıl müdahil olduğumuzu anlatmadan önce; mezhep savaşlarının neden olduğunu ve tarihçesini kısaca özetlemekte fayda görüyorum. 

  Arapçada ''Şia'' kelimesi, birisine uyanlar, ona sadakatle bağlı olanlar veya taraftarlar anlamına gelmektedir. Şiilik de bu kelimeden türemiştir.  Rivayete göre; Hazreti Muhammed bir gün  Hazreti Ali'ye; ''Sen, torunlarım Hasan ve Hüseyin cennette benimle beraber olacaksınız; Şiamız da sağımızda solumuzda bulunacak'' demiştir. İşte bu nedenle, Peygamber, bir çok hadisinde yeğeni ve aynı zamanda kızı Fatma'nın kocası olması sebebiyle damadı da olan Ali'ye sadakatle bağlananları 'Ali'nin Şiası'' olarak isimlendirdiği için; sonradan Hz.Ali ve onun soyundan gelenlere bağlanıp, onlara taraf olanlara Şia ismi verilmiştir. Burada unutulmaması gereken husus; Peygamber'in tek çocuğu olan Hz.Fatma'nın kocası ve torunları Hasan ve Hüseyin'in babaları olması nedeniyle; Hz.Ali'nin soyu demek aynı zamanda Peygamber'in soyu, yani Ehlibeyt demektir.

  Hz.Ali taraftarlarınca, Peygamber'in Hz.Ali'ye gösterdiği bu sevgi  kendisinden sonra Hz.Ali'nin halife olmasını istediği şeklinde yorumlanmıştır.  

  Fakat olaylar bu yönde gelişmemiştir. 

  Peygamber'in öldüğünü öğrenen tüm Müslümanlar  paniğe kapılmışlardı.İçine düştükleri bu acı şaşkınlık onlara yıllardan beri süregelen bazı alışkanlıklarını bile unutturdu. Öyle ki, tam bir yılgınlık ve çaresizlik duygusuna esir olarak içe kapanışı seçenler olduğu gibi; bu bunalımı kendi yararları için kullanmaya kalkışanlar da vardı.. Nitekim, Peygamber'den sonrasının iktidarında söz sahibi olabilme tutkusu, kimilerini kabulü mümkün olmayan tavırlar almaya sürükledi. Hırslarına yenilen bazıları, Peygamber'in son arzularına karşı çıkmaya kalkıştılar. O'nun kendisinden sonra Hz.Ali'nin halife olmasını istediği  bilindiği halde çoğunlukça bilmezlikten gelindi. Ve siyasal yaşamlarında kabilecilik düzeyinden devlet fikrine bir türlü yükselememiş olan Araplar tam bir yağmacılık zihniyetiyle, O'nun kalıtını paylaşmaya koşuştular. Henüz gömülmesi işlemleri bile tamamlanmadan Beni-Saide gölgeliğinde yapılan bir toplantıda De Facto bir durum yaratılarak alelacele sahabeden Ebubekir halife seçildi.

   Kendi acıları içinde yalnız bırakılmış Peygamber ailesi, Peygamber'in vasiyetini hatırlatmaya kalkışınca da; sonradan halife seçilecek olan (bize de çok adil diye tanıtılan) Hz.Ömer tarafından, evleriyle birlikte yakılmakla tehdit edildi. Kısacası, Peygamber ailesi, yani Ehlibeyt çok mağdur edildi.

   Değerli okuyucular, yukarıda bu konuyu biraz ayrıntılı anlatmamın sebebi; sadece mezhep savaşları ile ilgili değildir: Arapları biraz daha tanıyın istedim. Yani görüyorsunuz;çıkarları söz konusu olduğunda Peygamber'i bile tanımayan Araplar; bize din adamlarının anlattığı gibi pek de mübarek insanlar değiller! Hal böyleyken neden hala onlara güvendiğimizi; hatta benzemeye çalıştığımızı da anlamıyorum!  

   Bu arada küçük bir bilgiyi de paylaşmak içimden geldi. Araplar son derce ırkçı ve ulusçu idiler. Kendilerinden olmayanları ''mevali'' yani köle olarak isimlendiriyorlardı. Ama özellikle Türklere düşmandılar. Zira bazı ayet ve hadislerde ismi geçen; ''Basık burunlu, yayvan suratlı ve Araplara felaket getirici  Ye'cüc ve Me'cüc ırkının'' Türkleri tanımladığını düşünüyorlardı. Bu gün de aynı düşünmedikleri ne malum?

   Neyse, devam ediyorum. İlk üç halife olan Ebubekir, Ömer ve Osman ile Hz.Ali'den sonra iktidara gelen Emeviler ve Abbasiler zamanındaki tüm yöneticiler; kendilerine en büyük rakip olarak gördükleri Hz.Ali taraftarlarının güçlenmesini önlemek için büyük bir çaba gösterdiler. Bunun için onların kurumsal ve ekonomik kaynaklarını yok edebilmek için onların ''hadis rivayet etmek'' çabalarını bile yasakladılar.

  Gerek ilk üç halife ve gerekse Emeviler ve Abbasiler döneminde, Şiileri iktidara götürecek kurumsal dayanakların kaldırılması için bu konuda çok güçlü destekler veren hadislerin, yani Peygamber'in buyruklarının, toplanıp ortaya konulmasının yasaklanması da din kurallarının belirlenmesinde bir başıboşluk yaratmıştı. Zira Kur'an hükümleri ancak hadislerle bir anlam kazanıyordu. Hadislerin bir kısmı yasaklanıp kaldırılınca Kur'an hükümlerinin işe geldiği gibi yorumlanmasına da olanak sağlanmış oldu. Bu da birtakım kimselerin din kurallarını ve Kur'an'ı gelişigüzel yorumlamalarına fırsat verdi. 

   Bu durum türlü mezhep ve tarikatların doğup çoğalmalarına yol açtı. Bu olgular resmi Sünni görüşe olduğu kadar, muhalefet hareketi olarak ortaya çıkmış bulunan esas Şiiliğe aykırı birtakım inanç şekillerinin ortaya çıkmasının da önemli nedenlerinden birini oluşturdu. Bu aykırı görüş ve inançlar zamanla öylesine çoğaldı ve öylesine çok taraftar topladılar ki, İslam dünyası bir anda çok ciddi bir karmaşa içine girdi.

   En ılımlısından en radikaline, hatta en sapkınına kadar çok sayıda türeyen bu mezhep ve bunlara bağlı tarikatlar; İslam tarihi boyunca birbirleri ile hiç geçinememişler; ''kim daha Müslüman'' mücadelesine girişmişlerdir. Kendilerinin gerçek Müslüman; diğerlerinin de dinden çıktığını veya kafir olduğunu iddia etmişlerdir. Düşünebiliyor musunuz; Peygamber'in damadı ve en sevdiği kişilerin başında gelen Hz.Ali'yi bile kafir ilan ederek öldürebilmişlerdir!

   Şimdi, günümüze gelirsek; Sünni ve Şii ana eksenli iki mezhebin mücadelesi öne çıkmaktadır. Buna paralel olarak da ülkeler Şii ve Sünni olarak iki ana blokta gruplaşmışlardır. Şii bloğunun başını İran, güney Irak (resmi Irak devleti) ve Suriye'deki Esad rejimi çekmektedir. Sünni blokta ise, ufak tefek ülkeleri saymazsak, Suudi Arabistan, Katar ve Mısır gibi devletler bulunmaktadır. Fakat bu mezhep kavgalarının hep dışında durmuş olan laik Türkiye de, maalesef şimdi bu Sünni blokda yer almıştır. Hatta Suudi Arabistan ve Katar'la birlikte ''Teröre Karşı İslam İttifakı'' kurmuştur. Bu düpedüz bir Sünni ittifaktır.Çünkü bu ittifakta Şii bir devlet yoktur. Bu ittifak kimlere karşı kurulmuş olabilir; onu da siz bulun!

   Türkiye'nin Sünni ittifakta yer aldığı kanısına nereden  varıyorum? Devletin dış politikasına baktığımızda bu açıkça görülmektedir. Örneğin Suriye olayı:Suriye'nin iç işlerine neden karışıyoruz? Esad halkına zulmediyormuş; bu hikaye! Esas neden; Esad Şii ve muhalifler Sünni! Ama yöneticilerimizle Suudi Arabistan ve Katar yöneticileri arasından su sızmıyor! Peki bu iki zengin devlet neden Suriyeli mültecileri almıyor? Şii oldukları için olabilir mi?

  Görüyorsunuz dinciliğin ve mezhepçiliğin sonuçlarını! Müslümanlara zarardan başka getirisi yok. 

  Peki biz Suriye bahanesi ile bu işe bulaştık da bize faydası ne oldu? En başta Rusya ile papaz olduk. Bunun bize tabii ki ekonomik ve politik zararları olacaktır. Ama bana göre en önemlisi; Rus uçağını düşürdükten sonra ''taş atarak komşunu camını kıran haylaz çocuğun eve koşup babasının arkasına saklanması'' gibi hemen koşup NATO'nun arkasına saklanmamızdır. Bu çok onur kırıcı olmuştur. Dahası; her gün Suriye sınırını ihlal eden uçaklarımız Rus korkusu ile artık Suriye sınırına bile yaklaşamamaktadır. Bundan başka, Musul yakınındaki Başika'ya asker göndermemiz ve Obama'dan fırçayı yeyince sonradan bunu geri çekmek zorunda kalmamız da ayrı bir onur kırıcı hareket olmuştur. 

   Sahi siz bu aralar eskiden Başbakan Davutoğlu'nun sık sık söylediği ''kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın!'' sözünü duyuyor musunuz? Ben duyamıyorum da! Demek ki bu işler böyle olmuyormuş!

  Aslında bu konu ile ilgili ciltlerle kitap yazılabilir. Bizim yazı ise bir makale boyutlarını bile aştı ama hala anlatmak istediklerimi yazamadım. Ama sonuç olarak şunu söylemek isterim:

   Yapmamız gereken; devlet olarak derhal bu mezhepçi politikaları ve Osmanlıcılık hayalini bırakıp; laiklik ilkelerine ve Atatürk'ün koyduğu ''Yurtta sulh, cihanda sulh'' prensibine geri dönmektir! Aksi takdirde başımız beladan kurtulamayacaktır.