Yıldırım Özener; Zonguldak’ta doğup büyümüş, şimdi ise çok uzaklarda yaşayan bir Zonguldak sevdalısı. Ara sıra Zonguldak'a gelip hasret giderse de kalbi her zaman Zonguldak’ta atıyor.
Kendisi sizlere, özellikle Zonguldak Nostalji sayfa ve gazete köşesinden dolayı hiç yabancı değil. Gönderdiği nostalji yüklü kısa makaleleri yayınlanmış bir yazarımız.
Bu sefer hazırladığı uzun bir hikayesini yollamış. Böyle bir güzelliğin paylaşımını bize bırakması çok ince bir davranış, kendisine teşekkür ediyorum. Uzun olması sebebiyle bölümlere ayırdık beşinci bölümünü paylaşıyorum…
NOSTALJİDE YAŞAM…
BÖLÜM-5
Soğuksu kestane dibi…
1960 lı yıllar... Kestane dibi: Terakki ve dere içi mahallesindeki tepeler arasında sıkışıp kalmış küçük bir arazi…
Sıra sıra dağların... yamaçların... bol olduğu, her zaman taş kömürüyle ön planda anılan, tabiat güzelliği hep saklı kalmış bir şehirdir Zonguldak… Güzelliğinin yanında, yaşamak zordur Zonguldak’ta... Yolları inişli çıkışlı. Su, ulaşım ve haberleşme sıkıntısı vardır. Şehirlerarası yollarıyla bağlantısı çok çetin ve tehlikelidir. Zor geçit veren dağlara zar zor yollar yapılmış dışarıya bağlanmıştır bir şekilde. Türkiye’mizin ilk resmi şehri de olsa, yardımlar esirgenmiştir. Zonguldak’ımız yıllar yılı öksüz ve yetim kalmıştır.Yeri gelmiş göç almış ..yeri gelmiş göç vermiştir.. Her kimse ciğerlerine çekmişse sihirli havasını, bağımlısı olmuş çıkmıştır bu "altı kara üstü yeşil" memleketimin.
Çocukluğumda Zonguldak’ta tepeden tepeye bağırılır, karşıdan karşıya renkli bezler asılarak haberleşilirdi beyaz asılır ben gelirim... kırmızı asılır sen gelirsin di…
Posta gelmiş gibi bağırırdık annemize :
- Annneeee Kamuran teyzem beyaz asmışşş !
o tepeden inip karşı tepeye gitmek;
güç isterdi.
direnç isterdi.
sağlık isterdi.
zaman isterdi.
Komşuluk ziyaretleri zordu ama hep vardı Zonguldak’ta...
Zonguldak merdivenleriyle özleşmiş bir şehirdir. Merdiven yoksa, bil ki orası Zonguldak değildir. Bayır çıkacaksın... Bayır İneceksin.
Tepelerinde evleri... Eteklerindedir çarşısı... Pazarı…
Alışverişe gideceksen bilirsin ki dönüşün yaman olacaktır bu şehirde...
Bazen yeşil tepelerin üstünden uçasın gelir püfür püfür esen o mavi Karadeniz'e...
Tepelere inat, her Zonguldaklı rüyasında uçmuştur o tepelerde...
Taşrada olsa bile, sever şirin memleketini, unutmaz. Zonguldaklı, zaman gelir memleketinde bulur kendini... bir tur atar şehrin göbeğinde; Site’sinde, Fener’inde, Soğuksu’da, Kozlu’sunda, Kapuz’unda, Filyos’unda... Kilimli’sinde...
Gün batımında, sakin bir köşede ufuktadır gözleri...
Bembeyaz örtülü masada mezeler...
Bir büyük... Ve sürahide buzlu su karışımını bekler, yudumlanmak için.
Gözleri kamaştıran o muhteşem gurupla akşamın keyfine varıldığında,
rengarenktir...
Ilık ılık lodostur...
buram buram defnedir... balıktır...
dolu dolu sohbettir işte o an Zonguldak...
O son tepe aşıldığında arabanın önü aşağı meğillendiğinde, tüm açıklığıyla Liman ve ardında o güzel Fener burnu görünürdü. Hapishane, sonra hastanenin önünden geçip, dimdik aşağıya inen Arnavut taşlarıyla bezenmiş yol, iki keskin sağlı sollu kıvrımdan sonra askeriyeyi sağında bırakır... Rus bakkalın (Müftülük) orada 90 derecelik bir açıyla tekrar sağa kıvrılır... dümdüz aşağıya... Soğuksu'ya... 30 Ağustos ilkokulunun önüne inerdi.
Zonguldak şehir merkezine doğru devam etmeyeceğim, tepeye çıkacağız. O cıvıl cıvıl tepeye...
30 ağustos ilkokulunun tam karşısından içeri giren o dar yola "dere içi" denirdi. Tepelerden gelip yolun kenarından genelde sakin sakin akan cılız su, nisan yağmurlarında kendini aşar, ne var ne yok önüne katar, zaptedilemez olurdu. Derenin en sağındaki yokuş, daha ileride dik merdivenlerle yukarıya devam ederdi. Girişte, sol tarafında kerestecilerin, sağ tarafında köhne bir bakkal ve bir kaç küçük tamircilerin bulunduğu bu dar yolda, merdivenlerde her an yük taşıyan kişneyen katırlarla karşılaşmak mümkündü. Yularını çenesinin altından sıkı sıkıya kavrayan katırcı : bırr... bırrrr... nidasıyla katıra yön verir, o yana bu yana çekiştirirdi. Ağzındaki ()gemi dişleri arasında geveleyen katırın ağzı, beyaz beyaz köpükler içinde kalır, sapır sapır yerlere taşardı. Çoğu zaman odun, kömür veya pazardan alış verişlerini yapan kişilerin erzaklarını taşıyan bu katırlar, takır takır nal sesleriyle merdivenleri çıkarlar... inerler, arada bir kaydıklarında insanın yüreği ağzına gelirdi.
Sırtında yük dolu küfesi olan bir başkası daha vardı ki ; iki büklüm, yavaş yavaş o dik merdivenleri çıkan, başında kasketi, arada bir merdivenlere kafa tutar gibi yan durup, bir ayağı bir basamak üstte, omuzundaki solmuş havlusuyla kırışmış yüzünün terini silip dinlendikten sonra, yükünü bir kere sırtında hoplatıp "vardaaa" narasıyla erzak sahibinin ardından çıkışına devam eden o hamallardı.
Katırlar... alın teri, sırtının direnciyle ekmeğini kazanan hamalsız bir nakliyat düşünülemezdi Zonguldak’ın o yaman tepelerinde...
Bu dik merdivenlerin ortalarına doğru, karşılıklı iki tepenin arasında sıkışıp kalmış düzce arazi, derinden çocukların bağrışmalarıyla inlerdi. Öğleden sonraları sayıları artar; alabrus tıraşlı erkek çocuklar bir yanda... saçları beyaz kurdeleli kızlar diğer yanda, oyunlar oynarlardı. Hafta sonları bu meydan tam bir panayıra dönüşürdü.
Bu düz, yanındaki tepelere nazaran cüce kalmış, dere içine doğru biraz meyilli arazinin hemen bitiminde... uçurumun başında... ulu bir "kestane ağacı" bu düzlük alana ismini vermişti " KESTANE DİBİ ". Yaz akşamlarında Hacivat Karagöz'ün bile oynatıldığı bu sarımtırak sert toprakta, top koşturmamızın dışında uçurtmalar uçurulur..çember, topaç çevrilir...ebe, dokuz taş, saklambaç, yakan top, uzun eşek oynanırdı. Bazı zamanlar, tehlikeli olduğu kadar, heyecanlı da olan karpit bile patlatılırdı... Patlamayla iki tepenin arasında yapan yankı ve çıkan beyaz dumanların ardından, mahalleli tepelerdeki evlerinin pencerelerine, balkonlarına koşturur, bağrışmalar başlardı…
Laaannn Aliiiii çabuk eve geell !!!
Laan Cevaaat ......, ………, ……. ! kör olmayısı seni emi !!!
Gazete kağıtlarından katlanarak yapılan basit "şeytan" uçurtmalarının yanı sıra, yine eşit uzunlukta 3 ince çıta, ortalarından bir biri üzerine eşit açılar altında yerleştirilir, göbekten sıkıca bağlandıktan sonra, uçlarından açıları bozmayacak şekilde sicimle gerilip, iskeleti oluşturulurdu. İskeletin üzeri, kitap ve defterlerimizi kapladığımız o yağlı renkli kağıtlarla kaplanır, gerilmiş bu iplere sarılıp yapıştırıldıktan sonra "altıgen" uçurtmalar yapılırdı. Yağlı ve diri sert kağıtların, ince ince kesilip yapıldığı püsküller, uçurtma gövdesinin üç katı uzunluğundaki ipe dizilip bağlanır, uçurtmanın kuyruğu olurdu. Rüzgarda hışır hışır eden bu kuyruklar, uçurtmaya ayrı bir hava, uçurtana tatlı bir haz verirdi.
Uçurtmalar kestane dibinden gökyüzüne yükseldiklerinde, herkesin başı havada, ellerimizi alnımızın üstüne gerip, gözümüze siper eder, uzun uzun uçurtmaları seyrederdik. Neler düşünmezdik ki... sağa sola süzülüp şıkır şıkır dalgalandıklarında birbirimize "bak şuna gelin gibi süzülüyor bee" derdik...
Ulu kestane ağacının dallarında takılı kalmış sallanan bir kaç uçurtma da, boynu bükük öyle bizi seyrederdi sanki…
Kalınca tellerden itina ile bükerek yaptığımız tel arabalarını birleştirip bitirdikten sonra... ince ve renkli izoleli tellerle sararak rengarenk arabalar yaratırdık. Bu arabalar bazen kamyon... Bazen otobüs... hatta bazen kadillak (Cadillac) bile olurlardı... Önlerine küçük bir Türk bayrağını takmayı da unutmazdık. Uzun ve kalınca telden yaptığımız direksiyonla arabamızı sürer, ağzımızla çıkarttığımız motor sesiyle, ortalığa tükürükler saçar, arabaları bir birimizinkiyle yarıştırırdık. Hız verdiğimizde o minik dudaklarımız titremekten uyuşur, başımız ağrırdı. Bayırları çıkarken vites değiştirir, cıyak cıyak sesler çıkartır virajlara girer; fren yapar; zevkine doyamazdık o koşturmacanın… Bu küçük tel arabalarını büyük bir zevkle kullanırken, küçük dünyamızdaki hayallerimizde, nasılda büyük yaşardık...
Yine ebe ile kuyu veya çukur mors kafa karış gibi oyunlar oynanırdı. Her oyunun nedense bir zamanı olurdu. O zaman ne zaman? ve kimin tarafından karar verilip de değiştirilirdi, hiç birimiz bilmezdik. Sonbaharlarda rüzgarların başlamasıyla uçurtma zamanı gelirdi de...o ayazda çamurda neden minik ellerimizin üstü soğuktan pişip çatlayana, nasır tutana kadar ebe oynardık bilemiyorum.. Zaman gelir topaç çevirir... Zaman gelir toz toprak içinde çemberlerin peşinden koşardık. Düşüp kalkmaktan her birimizin muhakkak bir yerinde yara beresi olurdu. Kabuk bağlayan, kaşınan o yaralarımızı kenarından oynar oynar, iyileşmesine izin vermezdik sanki. Azdırır iltihap kaptırırdık ama hepimizde sıhhatliydik... Dirençliydik…
Susadığımızda eve gitmezdik bile, Kestane dibinin dere içine doğru sarkan arka yamacında, çocukların susuzluğunu gideren fıkır fıkır bir de su kaynağı bulunurdu. Susadığımızda hemen oraya koşar, elimizi yüzümüzü yıkar, o minik ellerimizle avuç avuç buz gibi suyundan içer oyunumuza geri dönerdik.
Jiklet ve gofretlerden çıkan, üzerinde renkli renkli artist veya futbolcu resimlerinin bulunduğu küçük kartlarla Alt mı? Üst mü? oynardık.
Hem para kazanma hem oyun niyetine bir kaç çocuk bütün gün elinde "şans, kader, kısmet, talih 5 kuruşa" diye bağırarak, bir elinle göğsüne bastırıp tuttuğu kutusuyla, ortalıkta hem satar... hem oyununu oynardı. Rengarenk yaldızlı kağıtlara sarılı hediyeler, kutu içine boy boy dizilir... üstü yaldızla kapalı yuvarlak delikler kazınır, altında yazan hediyeler kazanılırdı. 5 kuruş verip de birisi kazıyacaksa, hemen yanına koşar; bunu lan... bunu ! diye alt alta üst üste bağrışırdık. Bazen boş... bazen ufak gofret... büyük gofret... çikolata... ve ya bir kaç değişik küçük oyuncak çıkar, çıkan bu basit hediyelerle ne kadar da mutlu olurduk...
Tarçınlı Mabel Arap kız jikleti, nane şekerlerinin de satıldığı kestane dibi; yine tel helva, elma şekeri, kos helva, kağıt helva, renkli renkli macun ve simit satan satıcıların da uğrak yeriydi.
Çıta ve tellerden yapılmış o ahşap kafeslerin içinde bulunan, saka çembercik ya da iskete kuşlar 5 - 10 kuruşa niyet bakarlardı. Niyetçi, kafesin kapısı açar açmaz, kafasını kafesten çıkarıp bir sağa bir sola bakan kuş, bir sıçramayla dışarı çıkar, sıra sıra dizili katlanmış kağıtçıklardan bir tanesini gagasıyla çeker beklerdi. Gagasından kağıdı alan sahibi, parmaklarıyla ufalayıp yuvarladığı minik ekmekçik tanelerini gagasına uzatırdı. Yemini alan kuş yine bir sıçrayışla kafesine geri döner, arkasından kapısı tekrar sürülürdü. Kağıtçık açılır, okunur.. kısmetine göre içinde ne yazıyorsa yorumlanırdı.
Top oynadığımızda, top uçurumdan aşağıya gitmeye dursun, yukarıdaki çalılara takılmazsa, taaa dere içine kadar gider. Sen gideceksin… Ben gitmem... Tartışmasının ardından oyunun keyfi kaçardı. Akşama doğru saklambaç oynanır, saklananların bir kısmı hava iyice karardığında, kimseye haber vermeden evlerine kaçarlar, yani oyun hiç bitmezdi...
O acımasız oyunlarımızdan biri... belki de bir tek kestane dibinde vardı...
o merdivenlerde yukarı aşağı yük taşıyan katırların pisliklerini toplar, o zamanlarda kıyma kağıdı dediğimiz, yağlı kağıtlara sarar, çantadan düşürülmüş kıyma gibi, merdivenlere bırakırdık. İçinde kıyma varmış havasını veren tekrar gazete kağıdına sarılı bu paketleri merdivende gören, elinde sefer tası veya filesi, yorgun argın işinden geri dönenler, biz kestane dibi çocuklarının acımasız oyununa dahil olurlardı. Alaca karanlıkta çalıların aralıklarından gizli gizli olanı biteni izlerken, hem korku... hem heyecan dolu duygularla yüreğimiz hop oturur, hop kalkardı - buda yaramaz tarafımızdı apaçık Mahallemizdeki büyüklerimize saygıda kusur etmezdik. Bazen fırına ekmek almaya, bazen Mehmet amcamızın sefer tasındaki aşını iş yerine sıcak sıcak ulaştırmak için koşturulurduk..
Genelde hafta sonları olan "Hacivat Karagöz" akşamlarında, kestane dibine elinde tahta tabure ve çocuklarıyla gelen yetişkinler, abilerimizin HACIVAT KARAGÖZ gösterisini izlerlerdi. Kestane dibi o akşamlarda kahkahalarla yıkılır, kuru gürültü içinde bir saate yakın gösteri yapılırdı. Bitiminde büyükler, uyuya kalmış çocuklarını sırtlar, tabureler bir elinde o yokuşları, bayırları arşınlar, evlerine dönerlerdi.
Gün, biz kestane dibi çocuklarına o kadar uzun gelirdi ki; bu uçsuz bucaksız kocaman oyun aleminden güçlükle kopup, bitkin bir şekilde evlerimize geri dönerdik.
Akşam geç vakit, tepelerdeki evlerin düşük mumlu sarı ışıkları, birer birer söner...
Ay ışığında, üstünde usul usul dolaşan bir kaç sokak köpeği dışında, KESTANE DİBİ de yorgun bir günün ardından doğacak yeni bir günde çocuklarını karşılamak üzere, dinlenmeye çekilirdi...
Yıl 2011: Kestane dibinden artık cıvıl cıvıl çocuk sesleri duyulmuyor, Katırların çıkıp indiği merdivenler de yok! Kestane dibinde şimdi; ulu kestane ağacının bulunduğu yerden, ulu bir apartman yükseliyor gökyüzüne; renksiz ve soğuk...
Yanından geçerken son gittiğimde, düşüncelerimde daldım derinlere, dudaklarım titredi... Yine o yarım asır evvelki his, benimle beraberdi...
Yıldırım Özener
Devam edecek…