Ben öldükten sonra, kırk gün sabah olmasın derdi babaannem. Öldükten sonra, arkamızda bıraktıklarımız ve arkamızdan hakkımızda söylenecek olumlu olumsuz sözler, neyi değiştirir ki ya da neye yarar ki…
Ölmeden önce gösterilmeyen saygının, samimiyetin, öldükten sonra peşinizden methiyeler düzülmesinin, iyi insandı, çalışkandı, dürüsttü gibi zaten olması gereken vasıfların, insana ayrıcalık kattığının altının çizilmesinin ne önemi var ki.
Yüzünüze söyleyemediklerini arkanızdan konuşarak ve zaten henüz ölmeden öncesin de de sizi sevmeyen insanların daha sonrasında sizi sevme ihtimalleri zaten yok, hem sevseler ne olur, neye yarar ki zaten ölmüşsünüz.
Bütün bunlara rağmen mücadeleden vazgeçmeden, farkınızın farkına vararak, hakkınızı savunarak, varlığınızı önce kendinizin kabul etmesi gerekiyor. Yaşarken ölüyorsanız, öldürüyorlarsa, öldükten sonra yaşamanın da çok matah bir şey olduğunu düşünmüyorum. Mevzu ironik de olsa gerçek payı inkâr edilemez.
Hep bir telaş, hep bir geç kalma korkusu içinde mücadele etmek zorunda kalmak, sanırım sistemin bir parçası. Hangi kulvarın içinde debeleniyorsanız, işte onun hakkını vermek için tüm çabamız.
İpi göğüslemek için bir milyon kez engel atlamanız gerekiyorsa ki gerekiyor atlıyorsunuz bir şekilde. Rekabet etmenin adaletsizliği işte atladıkça çoğaltılan engeller yüzünden mide bulandırıyor.
Bu hafta sonu heyecanımın içime sığmayan coşkusuyla, üretimlerimin ağırlığının da etkisiyle Ankara’ya düştü yolumuz. Öğrenmek için bilgi fi zanda olsa giderim bu dünyada en çok öğrenci olmayı sevdim. Bu kentin,yani öksüz kentimin bir sakini olarak “evlat olduğum konusunda kuşkuluyum artık ne yazık ki” burada açılmayan hatta kilitlenen kapıların, yüzlerce kilometre ötede ardına kadar açılmasının şaşkınlığıyla henüz kendime gelemedim. Bilgisini esirgemeyen hocalarıma minnettarım, uzaklarda da olsalar.
Oysa çok kere küçücük bir destek için gözlerinin içine baktığım, saygı duymam gerektiği için değil, gerçekten saygı duyduğum için önemsediğim insanların, yaşattığı hayal kırıklıklarının acısını unutmaya çalışmakla epey zaman kaybetmişim, doğruyu söylemem gerekirse. Neden peki, kültür sanat aşığı, hatta manyağı olmam sebebiyle. Arsızlık değil yolsuzluk değil hırsızlık değil alt tarafı sanat…
Her neyse işte…Bura da değil de taaaa uzaklarda yüreğinizin sesine kulak veriyor yüreği olanlar…
Açılan kapıların samimiyeti ve desteğini esirgemeyen yüce gönüllü insanların memleketimden çok uzaklarda var olduğunu görmek içimi acıttı doğrusu, oysaki mutlu olmam gerekiyordu gördüğüm desteği baz aldığımda. Yaşadığım, üstüne şiirler yazdığım, özlü, közlü sözler döşediğim, besteler, şarkılar yaptığım öksüz kentimi bir kez daha sorgulattı geçtiğimiz günler bana.
Birbirimizin kuyusunu kazmaktan ve içine emeklerimizi gömmekten, başımızı kaldıramadığımızı görmek, rekabet denilen, kaliteyi arttırması gereken o azgın kavramın anlamsızlığıyla yüzleşmek, canı cehenneme demekten kendimi alamadım doğrusu.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, başarmak için başarıyı yükseltmek için mutlaka rekabet denilen mücadeleyi benimsemeniz gerekir. Bunu, yaptığınız işin daha iyisini, daha kalitelisini yapabilmeniz için özümsemeniz gerekiyor bir de. Kapalı kapılar ardında bir başkasının ipini çekmek, onu yok saymak için tercih edilen, adil olmayan rekabetin faturası da ağır oluyormuş, öyle diyorlar görüp geçirenler!!!
Aklımız fikrimiz insanlığımıza ters düşen şeytanlıkların peşinde olduğumuz için kendimize yenildiğimizi göremiyoruz belli ki.
Üretmek üretebilmek şahane bir duygu, örnek alınmak ve hatta taklit edilmek olağanüstü bir haz veriyor insana. Marka olmak ve sizin açtığınız yolda sizden feyiz alıp yürüyenleri gördükçe kendinizle gurur duyuyorsunuz ve bir adım,daha sonra bir diğer adımla üreten, sanata katkı sağlayan oluyorsunuz.
Biliyorlar sizin gayretinizi özverinizi ve ortaya koyduğunuz eserleri, işleri. Bunu sadece, övgü yerine, yergiyle dile getiriyorlar, burada dirayetli ve kararlı olmanız gerekiyor ve hatta şart oluyor. Siz sağken yaşıyorken övgü duymayı da beklememek lazım, zira bütün övgüler öldükten sonra geliyor. Hani atasözümüzde olduğu gibi “kör ölünce badem gözlü olurmuş” ölmeden önce bir hiçsiniz isterseniz alfabeyi tersten okuyun.
Üretimlerinizle kulaktan kulağa ve hatta kuşaktan kuşağa “bakın burası hoşuma gitti” kalıcı eserler bırakabilmek de güzel bir şey ama yine de ölmeden önce olsun gibi bir ukde var içimde.
Öyle güzel öyle keyifli işler çıkartıyorsunuz ki bir başınıza projelendirdiğiniz ”bütün engellere rağmen” sonra ekip kuruyorsunuz ve ekibinizle birlikte yeni, farklı bir imza atıyorsunuz arşive. Arşiviniz kalabalıklaştıkça da göğsünüz kabarıyor haliyle, haklı olarak da çoğalmak istiyorsunuz. Ulaşabilmek binlere, milyonlara, fakat bunun için bir dayı,hala, teyze falan gerekiyormuş, yada engellerden yılmayan gücüne inanan bir beyin mekanizması.Birileri bir adımda, birileri de kilometrelerce uzaklıkta eriyor murada…
Çok sevdiğim bir söz ve hatta başucu aforizmasıdır duyduğum günden beri içselleştirdiğim “şairin tanınamaması doğduğu yerin karanlığındandır “sözü. Fazıl Hüsnü Dağlarca bu sözü söylerken kuşaklar sonrasına da aslına bakarsanız mesaj vermiş bir bakıma. Diğer yandan da sahip çıkın birbirinize karartmayın emeği sanatı demiş.
Doğduğunuz yerin karanlığı orada yaşayanların “istisnalar hariç” karanlığı bence, aydınlanmak aydınlatmak için ideolojik örtüşmede fayda sağlamıyor ve naçizane tespitimdir ilk önce yol arkadaşlarınız ötekileştiriyor sizi. El ele vermek el vermek için engin bir gönle ihtiyaç var. Bu konuda Tanrı bana cömert davranmış şanslıyım, elimin değdiği yol alıyor…
Hani kulağa küpe olur, kulağa kar suyu kaçırmak belki de, kulakları çınlatmak ya da. Yerin kulağı var diyebilmek için, belki kulak verirler düşüncesiyle, birilerinin birilerinden korkmayan, tırsmayan, birilerinin himayesine girmeyen birilerine açık sözlü bir serzeniş bu satırlar.
Ölmeden önce… Öldükten sonrasının kırk gün, kırk bir bin günolması hiç önemli değil, ister sabah olmasın ister akşam…