RUSYA AYISI

Abone Ol
   Mehmet Çelikel Lisesi'nde okurken askerlik dersimize Hayrani Yılmam isminde bir yüzbaşı geliyordu. Bu sıralarda Amerika ile Rusya arasındaki Soğuk Savaş devam ediyordu ve tabii ki biz Türkiye olarak  Amerika tarafında idik. O günkü ders konumuz da bu Soğuk Savaş idi. Aradan yarım asır geçmesine rağmen onun söylediği şu sözleri dün söylemiş gibi hatırlıyorum: ''Bizim karşımızdaki Rusya ayısına karşı arkamızda da Amerika dayımız var!''
   Bu ayı muhabbetine girince; İsmet İnönü'nün şu sözünü de hatırlamadan olmaz: İnönü Amerika ve Rusya'yı kastederek; ''Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile aynı yatağa girmeye benzer'' demiştir. Bu söz de tarihe geçmiştir.
   Ama madem ki bugün Rusya'dan bahsedeceğiz; o zaman şu Rus atasözüne de çok dikkat etmeliyiz: ''Ayı ile başlayacak dansı bitirecek olan senin yorgunluğun değil; ayının niyetidir!''
   Bu arada babaannemin bir sözünü de hatırladım: ''Ayının kırk tane türküsü vardır; hepsi de armut üzerinedir!''
   Peki, biz şimdi Rusya'yı ayıya benzettik de; armut kim? Armut tabii ki Ruslar'ın güneydeki sıcak denizlere inme hayali!
   Değerli okuyucular, bugün neden Rusya'yı yazma ihtiyacı duydum acaba? Görüyorum ki insanlarımız günlük hayatın sorunlarla dolu akışı içinde ülkemizin geleceğini tehdit eden Rus politikalarını pek ciddiye almıyorlar. Halbuki alsalar iyi ederler çünkü Rusya tıpkı ahtapot gibi şimdiden bizi dört taraftan sarmış durumda. İşin vehameti; gidişata bakılırsa şimdilik dans etmeye başladığımız Rus ayısıyla pek yakında aynı yatağa girmek üzereyiz!  Yanlış giden politikalarımızı değiştirmezsek ileride büyük sorunlarla karşılaşabiliriz. Uyanık olmamızda fayda var. İşte ben de bu yüzden gerçeğin fotoğrafını çekip konuyu masaya yatıralım istedim.
   Ama önce gerek Osmanlılar zamanında gerekse Cumhuriyet döneminde Rusya ile olan ilişkilerimizin tarihsel sürecine kısaca bir göz atalım.
   Ruslar, Osmanlılar ile daha 16.ncı asrın başlarında, Korkunç İvan devrinde sınır komşusu olmalarından itibaren Osmanlılarla rekabete  ve zaman zaman da savaşmaya başlamışlardır. Kısaca söylemek gerekirse Ruslarla Osmanlılar arasında toplamda 16 savaş yaşanmış ve bu savaşların 12'sini Ruslar kazanmıştır. Osmanlılar sadece 4 savaşta galip gelebilmiştir. Ama onlardan bir tanesinden burada bahsetmez isek olmaz! O da meşhur Prut Savaşı. 
   Bizim insanlarımız kendi tarihini iyi bilmez; bildiğini de yanlış bilir. Örneğin, işin içinde Rus Çariçesi Katerina olduğu için Baltacı'yı bilir ama onu da yanlış bilir. İşin doğrusu ise şudur:
   Rus Çarı Deli Petro 1709'da İsveç'e karşı yaptığı savaşı kazanınca; İsveç Kralı kaçıp Osmanlı'ya sığınmıştı. Bu yüzden Osmanlılar ile Ruslar'ın arası açıldı. Sonuçta iki devlet 1710-1711 yıllarında, tarihte Prut Savaşı diye geçen savaşa tutuştular. Nihai savaşta 140 bin kişilik Osmanlı ordusu 60 bin kişilik Rus ordusunu çembere alarak imha etmek üzereyken, Çariçe Katerina araya girerek barış teklifinde bulundu. Baltacı Mehmet Paşa'da bunu kabul etti. Ama bunun sebebi bizim çapkın Türk erkeklerinin sandığı gibi Katerina'nın Baltacı'nın çadırına gitmesi değil; Baltacı'nın o sırada isyan belirtileri gösteren yeniçerilere güvenememesidir. Zaten sonradan anlaşıldığına göre, Katerina Baltacı'nın çadırına hiç gitmemiştir. Ayrıca Katerina'nın biz Türk erkeklerinin sandığı gibi bir Rus güzeli olmayıp, sumo güreşçisi gib şişman ve çirkin bir kadın olduğu da sonradan ortaya çıkmıştır. Üzgünüm ama gerçek budur! Görüyorsunuz bazen hayallerle gerçekler çok farklı olabilmektedir!
   Ama bir savaş daha var ki çok önemli! O da şudur: Ruslar, Osmanlılarla 1877-1878 yıllarında yaptıkları ve tarihte 93 Harbi diye bilinen savaşta Yeşilköy'e kadar gelmişlerdir. Osmanlılar barış istemek zorunda kakmış ve çok ağır şartlar içeren Ayastefanos Antlaşmasını imzalayarak  Rus ilerleyişini güç bela durdurabilmişlerdir. Bunu da bir kenara yazalım.
    Şimdi burada, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına geliyorum ve daha evvel yazdığım bir yazıda sorduğum bir soruyu tekrar soruyorum:  Taksim Cumhuriyet Anıtı'nda, Atatürk'ün sağındaki iki kişinin Rus olduğunu biliyor muydunuz? Yazılarımı okuyanların dışında çoğu kişi bu gerçeği bilmez; Türk kahramanları sanır. Halbuki bunlar ünlü Rus mareşal Kliment Varaşilov ile Sovyet KGB kurucusu Mikail Frunze'dir. Bu kişilerin heykelleri Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda oynadıkları önemli rollerden ötürü, Atatürk'ün özel emri ile buraya yerleştirilmiştir. Bunu biraz açalım.
   Bilindiği gibi, Ekim Devrimi olarak bilinen 1917 Rus Devrimi Vladimir Lenin tarafından başlatılmıştı. Bizim Kurtuluş Savaşımız yıllarında Bolşevikler denilen Lenin taraftarları ile Beyaz Ordu çarpışma halinde idi. Bolşevikler kendilerini özgürlük savaşçıları olarak görüyorlardı ve Türkler'in de özgürlüğüne kavuşmaları gerektiğini savunuyorlardı. Hatta Lozan Antlaşması sırasında bize destek bile verdiler. Tabii ki bize yardım etmelerinin esas nedeni bu değildi. Esas neden, başta Fransa ve İngiltere gibi Avrupa devletlerinin Anadoluya yerleşip kendilerine komşu olmalarını, ve bilhassa Boğazlara hakim olmalarını istemiyordu. Ayrıca bu durumun sıcak denizlere inme hayallerini de sekteye uğratacağını düşünüyorlardı.
   Peki Ruslar siyasetin dışında bize ne gibi yardımlar yapmışlardı? Özetlersek: Rusya 1878 yılından beri sınırlarına dahil ettiği Kars, Ardahan ve Artvin bölgelerini geri verdi. Ayrıca,Türk halkına 10 milyon altın Ruble ve askeri mühimmat; 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, çeşitli giysiler ve iki adet savaş gemisi hibe etmiştir. Yine Moskova'da yapılan bir sözleşme ile 200.6 kilo altın ve Türk çocuklarının barınması amacıyla kurulacak yetimhaneler için de 100 bin altın Rubleyi Türk Hükümetine teslim etmiştir.
   Bu günkü Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu'nun kurulması için gerekli olan donanımı vermiş ve Türk işçilerini eğitmiştir.
   Değerli okuyucular, takdir edersiniz ki o günün şartlarında bu yardımlar gerçekten çok önemliydi. Yukarıda bahsettiğim iki general de bu yardımlar için Lenin'in görevlendirdiği kişiler idi. Şimdi Anladınız mı Atatürk'ün neden iki Rus generalini Taksim Anıtı'nda yanına koydurduğunu?  
   Görüyorsunuz o yıllarda Türk-Rus dostluğu nasıldı! Tabii ki tüm bunlar Atatürk'ün dahiyane dış politikası sayesinde olmuştu.
   Ama sonra ne oldu? Nasıl oldu da Türkiye ile Rusya tekrar düşman oldu?
   Tarih kitapları doğruyu yazmıyor ama ben size söyleyeyim ne olduğunu: 2.nci Dünya Savaşı başladığında, zamanın Türk Hükümeti Kırım Türkleri'ne; ''Bu savaşı Almanların kazanacağını, eğer Ruslar'a karşı Almanların yanında savaşırlarsa özgürlüklerinin verileceğini'' söyleyerek Kırım Türklerini kışkırttı. Fakat Ruslar galip gelince isyan eden Kırım Türklerini affetmediler, katliama uğrattılar. Türkiyeyi de bu işten sorumlu tutup, harpte galip gelmenin de özgüveni ile düşmanca tavırlar koymaya başladılar. Zaten Boğazlara hakim olup Akdeniz'e inmek istiyorlardı; ve kavga etmek için aradıkları fırsat ayaklarına kadar gelmişti!
   Rusların tehditlerinden çekinen zamanın Türk Hükümetleri; Rus tehdidine karşı Batı ülkelerinin ABD öncülüğünde 1949 yılında kurmuş oldukları NATO'ya katılmak istemişlerdir. Hatta Adnan Menderes Hükümeti NATO'ya girebilmek için, o sırada patlak veren (1950-1953) Kuzey Kore-Güney Kore iç savaşında, daha NATO'ya bile girmeden, Rusya'nın desteklediği Kuzey Kore'ye karşı Güney Kore'ye destek vermek için ABD öncülüğünde oluşturulan Birleşmiş Milletler (BM) Gücüne katılarak, Güney Kore'ye ilk etapta 5090 kişilik bir askeri birlik göndermeyi kabul etmiştir. 
   Bu yüzden, bizimle hiç ilgisi olmayan bu savaşta Türk milleti 734 şehit, 2147 yaralı, 234 esir ve 175 kayıp vermiştir.
   Sonuçta Türkiye, ABD ile Rusya arasındaki soğuk savaşta ABD'nin yanında yer almıştır. Soğuk Savaş bittikten sonra da bu durum devam etmiştir. Ne zamana kadar? Ta ki bu günlere kadar!
   Ha bu arada, başımızın belası, Amerikan ajanı Fetullah Gülen de bu soğuk savaşın bir yan ürünüdür. Çünkü ABD, Rusların güneye, yani sıcak denizlere inmesini önlemek için Türkiye, İran, Afganistan ve Pakistan gibi İslam ülkelerinden oluşan ve ''Yeşil Kuşak'' denilen bölgedeki Müslümanları Ruslara karşı kışkırttı ve bunu yaparken Gülen gibi sözde din adamlarını da ajan olarak görevlendirdi. Soğuk Savaş bittikten sonra da Fethullah'ın görevi bitmedi. Çünkü Rusya'ya karşı kışkırtılan radikal İslamcılar dünyanın başına bela olmaya başlayınca; bu sefer de ABD Fethullaha radikal İslamcıları ılımlılaştırma görevi verdi. Halen bu görevine devam ediyor. 
   Bu suretle Amerika'yı da arkasına alıp palazlanan Gülen'in sonradan neler yaptığı hepimizin malumu.
   Şimdi günümüze gelmeden önce kısa bir saptama yapalım.
   Biliyorsunuz Rusya bir ulus devlet değildir. Birçok ulusu ortak kültür potasında bir araya getirebilmiş, zengin kaynaklara sahip olan, kıtasal bir imparatorluktur. İmparatorluğun devam ettirilmesi Rusya'nın uluslararası ticarette söz sahibi olmasını, bu da sıcak denizlere inmesini gerektirmektedir. İşte Ruslar'ın kırk türlü armut türküsü söylemesinin nedeni budur!
   Yazının bundan sonrasına Emekli Büyükelçi Bülent Meriç'in bu konuda yazdığı harika makalesinden alıntılar yaparak devam edeceğim.
   ''Rusya, Türkiye'nin dış politikasında her zaman dikkate alınması gereken bir devlet olmuştur. Bu, Çarlık Rusyası ve SSCB zamanlarında olduğu gibi, bugün de Türk dış politika yapımcılarının karşı karşıya bulundukları mekansal, sabit bir gerçektir. Dış politikanın değişkenleri, uluslararası konjonktüre göre bu ve coğrafyanın bize empoze ettiği diğer sabit faktörler etrafında şekillenmektedir.''
   ''Rusya, Suriye ve Libya krizleri vesilesiyle, 2013 yılından itibaren Doğu Akdeniz'e iyice yerleşmektedir. Rus savaş uçağının düşürülmesinin akabinde Sayın Cumhurbaşkanımızın, Rusya Devlet Başkanından özür dilemesinden sonra, Putin'in yakın çevresinde gelişen hemen hemen her sorunda danışılan makam olduğu göze çarpmaktadır. Suriye ve Libya'dan sonra yakın dönemde tekrar ısınmış bulunan Dağlık Karabağ krizinde de siyasetimizin sınırlarının Rusya tarafından belirleneceği aşikardır. Rusya'nın ise Türkiye'ye karşı samimi olmadığı; Suriye'de de olduğu gibi ikili oynadığı görülmektedir. Nitekim Rusya, Türkiye'nin Minsk Grubu üyesi olmasına ve Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ sorununun siyasi çözüm çalışmalarına Türkiye'nin de katılması noktasında ısrarına rağmen buna yanaşmamaktadır. Hatta Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye'nin stratejik ortakları olmadığını açıkça söylemektedir.''
   ''Rusya'nın Türkiye'ye bakışı: 
   Türkiye, Çin ile birlikte, güneyde Rusya'nın en tehlikeli jeopolitik komşusudur. Atlantik ötesi süper güce (ABD) hizmet eden Türkiye, Neo-Liberal kapitalizmin küresel alanının inşasına yardımcı olmaktadır. Türkiye'nin Pan-Turkish ve İhvancı İslam politikaları Rusya'yı tehdit etmektedir. Türkiye bir yandan Balkanlar, diğer yandan Kafkaslar arasında sıkıştırılmış biçimde kontrol altında tutulmalıdır.''
   ''Şimdi Ruslar'ın Balkanlar ve Kafkaslara yaklaşımlarına kısaca değinelim.
   Balkanlarda, Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya, Karadağ ve Bosna'nın Sırp kesiminden oluşan Slav Federasyonu teoride ideal çözüm olsa da bunun gerçekleştirme şansı düşüktür. Bunun yerine Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan arasında dikey bir entegrasyon için çalışmak daha gerçekçi olacaktır. Bunun için de Bulgaristan ve Sırbistan'ın Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesinin önüne geçilmelidir.
   Kafkaslara gelince; Güney Kafkasya'da Rusya ve ABD  arasındaki güç mücadelesi Soğuk Savaş sonrası dönemde de devam etmektedir. Bu bölgede Rusya'nın geleneksel ve güvenilir müttefiki olan Ermenistan özel bir jeopolitik rol oynamaktadır. Ermenistan, Türkiye'nin kuzeye ve doğuya, yani Orta Asya Türk Dünyasına yayılmasının önüne set çekilmesinde önemli bir stratejik üs vazifesini yerine getirmektedir. Tersine bakıldığında Ermenistan'ın Doğu Anadolu ile tarihsel-kültürel bütünlüğü Türkiye'nin yumuşak karnını oluşturmaktadır. Bu yüzden Ermenistan'ın, Doğu Anadoluyu 'Batı Ermenistan' olarak tanımlaması Rusya'nın çıkarlarına uygun düşmektedir. Ayrıca, Ermenilerin Kürtlerle işbirliği Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak için kullanılabilir. Ermeni-Kürt işbirliği teşvik edilmelidir.
   Öte yandan, Ermenistan'ın İran ile özel ilişkileri, Rusya'nın Erivan üzerinden İran kıyısal alanına ulaşması için vazgeçilmez stratejik rol oynamaktadır. Karabağ ise Güney Kafkasya'da jeopolitik dengenin Rusya'nın lehinde tutulması için bir sihirli değnektir.
   Azerbaycan ise, yüzünü Türkiye'ye ve Batı'ya çevirmiştir. Azerbaycan'ın Şii olması Türkiye'nin İslam anlayışını buraya yaymasını engellemektedir. Şiilik, Güney Azerbaycan ile akrabalık ve tarihi ilişkiler ön plana çıkarılarak, Azerbaycan'ın Türkiye yerine İran'a yönlendirilmesi Rusya'nın çıkarlarına uygun olacaktır. Böylece, Moskova-Bakü-Tahran ekseni ortaya çıkarılmış olacaktır.
   ''Özetle, Rusya, yakın çevrede Türkiye'ye hasım merkezleri kullanmak suretiyle, Türkiye'nin, Rusya'nın jeopolitik üstünlüğünü bozacak ileri adımlar atmasını engellemektedir. Bunun için gereken durumlarda donmuş ihtilaflar ısıtılmakta ya da daha ileri gidilerek taşeron kullanmak suretiyle Türkiye'nin yumuşak karnı kaşınmaktadır. Bu günün koşullarında Batı'nın Türkiye'yi güneyinden çevreleme stratejisinin de Rusya'nın çıkarlarına uygun düştüğünü söylemeye gerek yoktur. Bu, Rusya'nın Doğu Akdeniz'de Yunan-Rum tezlerini desteklemesinden anlaşılmaktadır.
   Türkiye'nin eksen değiştirmesi tabii ki bu oyunu bozacaktır. Ne var ki, Türkiye Rusya ile tek başına kalacaktır.
   O zaman şu Rus deyişini hatırlasak iyi olacaktır: 'Ayı ile başlayacak dansı bitirecek olan senin yorgunluğun değil, ayının niyetidir'
   Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, bu gerçeği görmüş olacak ki, çağdaş medeniyeti temsil eden Batı ile uzlaşmayı yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının ilk hedefi haline getirmiştir. Halbuki o Cumhuriyet, SSCB'nin desteğiyle Batı emperyalizmine karşı yürütülen kanlı bir savaş sonunda kurulmuştur. Çelişkili görülen bu durum Atatürk'ün gerçekçiliğinin tezahürüdür.
   Bundan uzaklaşılmamalıdır.''
   Değerli okuyucular, Emekli Büyükelçi Sayın Bülent Meriç'in diplomatik bir dille yapmış olduğu bu enfes analizden sonra, benim ekleyeceğim fazla bir şey yoktur. Görüldüğü gibi Rusya yüzyıllardır hayalini kurduğu Akdeniz'e inme amacına, bizim yanlış Suriye politikalarımız sayesinde kavuşmuş ve oradaki en önemli aktör olmuştur. Suriye ve Irakta ne kadar düşmanımız varsa onlarla işbirliği yapmaktadır. Nitekim daha birkaç gün önce, İdlib'deki Türkiye'nin desteklediği ılımlı muhaliflerin kampını havadan vurarak 78 kişinin ölümüne sebep olmuştur. Böylece, Rusya 5 Mart'ta Türkiye ile imzaladığı mutabakatı da ihlal ederek adeta Türkiye'ye gözdağı  vermiştir. Tıpkı Türkiye'nin desteklediği Azerbaycan'a karşı Ermenistanı fiilen desteklerken yaptığı gibi!
   Güneydeki durum bu. Yukarıda, Kafkaslarda ve Balkanlar'daki Türkiye'yi kuşatma ve izole etme politikalarını da okudunuz. Kuzeyde zaten kendisi var! Yani dört tarafımız göz göre göre Rusya tarafından sarılıyor; hatta sarıldı bile!
   Peki, buna karşı ne yapabiliriz? Rus ayısı ile neredeyse girdiğimiz çuvaldan nasıl kurtulabiliriz? Formül aramaya gerek yoktur çünkü formül Atatürk tarafından bulunmuştur. O da = Yurtta ve dünyada barış + Akıllı dış politika! Bu sayede dostları çoğaltıp düşmanları azaltmak ve böylece; daha önce Atatürk'ün yaptığı gibi,  Ruslara karşı elimizi güçlendirmek.
   Bu gün bu formülü uyguluyor muyuz? Evet diyorsanız sorun yok. Ama bana göre uygulamıyoruz. Yurtta barışı bir tarafa bırakalım; Katar'ı devlet saymazsak- ki ABD höt dese anında bizi satar- dünyada dost bıraktık mı? En son Fransa, Almanya ve ABD gibi önemli devletlerle bile papaz olmadık mı?Tüm dünyada yalnızlaşıp bizi yutmak isteyen Rusya ayısı ile başbaşa kalmadık mı? Demek ki dış politikada çok yanlış yoldayız. Göz göre göre yanlışa devam etmek de akıllıca değildir. Dış politika öyle sokakağzı ile de olmaz; diplomasi dili diye bir şey var!
   Dış politikada şu önemli gerçeği de daima hatırlayıp uygulamakta fayda vardır: ''Devletler arasında ebedi dostluklar ve ebedi düşmanlıklar yoktur; ilişkiler karşılıklı çıkarlara göre ayarlanır!'' ''Ben küstüm oynamıyorum'' demek asla olmaz!
   Ha, bizim bu dış politikamızın hiç faydası olmadı mı? Olmaz olur mu! Orta Doğu'ya barış getirdik! Orta Doğu'da birbirleri ile kavga eden herkes müşterek Türkiye düşmanlığı sayesinde barıştı. Örneğin, başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm Arap devletleri kanlı bıçaklı oldukları İsrail ile; Mısır ise Yunanistan ile barışarak anlaşmalar yapmaya başladılar. 
   Bu da az başarı değil hani!