Bir iki hafta kadar önceydi sanırım, bir hasta yakınımızı ziyaretine gitmiştik eşimle birlikte. Hani yüreğiniz cız eder ya, içiniz bir hoş olur sizde iz bırakan yaşanmışlara yeniden dokunduğunuzda, işte aynen bende de öyle oldu. Bundan elli yıl önce o iki göz odada açmışım gözlerimi dünyaya. Küçük bir bahçenin arkasına sığınan, sözde iki katlı minyatür evler. İşte o evlerde kucakladığım hayat çok değerli hala benim için.
Evlerin bilmem kaç tanesine sırayla taşınmıştık defalarca, aynı yere iki kere hem de. Evler öylece duruyor durmasına da ama içinden gelen geçenlerin çoğu çoktan gittiler bilinmeyen yerlere.
Dram kokan ödüllü bir film gibi yaşamın izleri yansıdı o gün zihin perdeme. Aklımdan hiç çıkmayan, beni her hatırladığımda boğan ve çoğunluğu acı olan anılar tazeleniverdi birdenbire.
Rüzgarlımeşe yolunun tam kenarında İnebolu çeşmesinin tam da üstünde geçti çocukluğum. O zamanlar gürül gürül akan çeşme, geçip giden zamana küsmüşçesine kurumuştu kederinden adeta, damla akmıyordu musluklarından.
Evimizin bahçesinde bir tek ağaç vardı, bütün kiracıların ortak olduğu, kara dut ağacı. Kapkaraydı dutlar, tıpkı üzerimde çöküp kalan çocukluk anılarım gibi. Artık oralarda değiliz ama dut ağacı anılarımıza bekçilik yapıyor hala, umut vaat eden yeşil yapraklarıyla.
Ne günlerdi o günler. Hiç ara vermeden mutlaka her hafta pazar alışverişine gidilen, eksiği olanın gidenlere sipariş verdiği yaklaşık on on iki ailenin oturduğu küçük evlerden büyük hayallere.
O günlerde de aynıydı sanırım geçim zorluğu. Annelerimizin ürünlerin pahalılığından dem vurduğu, en ucuza kim neyi aldıysa zafer kazanmış gibi koltuklarının kabarması ve sözleşmişçesine bir çoğunun aynı gün aynı yemek için karar alması. Sokağa dökülüp her birinin aynı taktikle ıspanak ayıklamaları, çinko bakraçlarda ve süzgeçlerle, onları sırayla işte o çeşmede defalarca yıkamaları. En az yedi kez derlerdi ‘evde su mu dayanır ona’ o çinko bakraçların sesleri bir kez daha çınladı kulaklarımda.
Ya o babamın vardiyalı gittiği işi dört gözle beklememiz, o kapkara ağzımızın suyunu akıtan dut ağacına çıkıp sepete dut toplayıp paylaşmamız.
Dalından meyvesini koparttığım için babamdan dayak yediğim ağaçtır o dut ağacı, sana sitemle baktım o gün, ama babama..…..
Babam kızlar ağaca çıkmaz tezinin savunucusuydu kara dut ile yarışmıştı tenimde patlayan her tokat. Çevresi açık çeşmenin üzerinde oturan annelerimizi ve genç kızları korumak düşüncesiyle güya, teneke duvarlar çektirmişti babam. Çakma tenekeler rüzgarın sesinde uğultu uğultu fazladan sesler çıkarıyor, kulaklarımızı tırmalıyordu.
Dolmuş şoförlerinin o bizim evlerdeki ablalara asıldıklarını söyler dururdu babam, bir ikisi de babamı yanıltmamış gecenin bir yarısı kaçıvermişti gerçekten ellerine bohçalarını alarak. Sokaklara dökülmüştük çoluk çocuk, eğlenceli bir oyun gibi kocaya kaçtıkları için gülüştüğümüz ablaları konuşur olmuştuk. Şoförlerden mahallesinin kadınlarını koruyan babam kendi kızını da bir şoföre vermişti, hem de kızının haberi olmadan. Bu arada iyi ki de vermiş..
Annem mahallenin en acılı ‘kelimelerim burada susuyor ne yazık ki’ ve en neşeli kadınıydı da aynı zamanda. Babam gece vardiyasına gittiğinde mahallenin genç kızları gelir saklambaç oyunları başlardı, bizler yine çeşmenin üzerinde önümüze konulan yiyeceklerle o coşkuya seyirci olurduk.
Annemin, acısının içine sakladığı neşesi kadarda, becerikliliği vardı. Mahallenin en iyi dolma saranıydı örneğin, en iyi örgü öreni dikiş dikeni. Hiç üşenmez tencereler dolusu dolmaları beş çocuğuna rağmen sarardı. Beslenme çantamda okula bolca dolma götürürdüm. Öğretmenim bir iki alır sonra bana kalsın düşüncesiyle ‘böyle olmuyor annen tenceresiyle göndersin’ derdi annem durur mu dolmalar beğenilmiş kalem gibi akşamdan sarar üşenmez hazırlardı sabaha.
Hayatımda gidebildiğim tek okuldu Rüzgarlımeşe ilkokulu, zil çalmadan göndermezdi annem, tam dakik yetişirdim sınıfa. Bembeyaz kolalı yakalığım, yakama eşlik eden kolalı manşetlerimle öğretmenime gülümserdim her sabah. Öğretmenime ara sıra da olsa gülümseyebiliyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum uzun uzun ömür diliyorum, biliyorum bu satırları okuyacak.
Ah o eskiciler, onların mahallenin bir ucunda yankılanan sesini duymasın bizimkiler, bir koşuşturma bir telaş, divanların altına, kömürlüklere saklanan, babamın ve bütün babaların eski iş kıyafetleri, çizmeler, ceketler yığılırdı diğer evlerden gelenlerle çeşmenin üstüne. Ne sıkı pazarlık yapardı bizimkiler,leğenler tencereler, plastikler sıralanırdı rengarenk, eskici eskir giderdi arkasına bakmadan, usanırdı kadınların dırdırından inatçılığından.
Kış günleri, yaz günleri, mahalle kültürünün güzelliğinde, hüznünde yaşanan anılar, hatırladıkça gülümsediğim hatırladıkça göz yaşı döktüğüm anılar.
Katırlarla gelen kömürler boşalır boşalmaz, biz çocukların onların sırtına binmek için verdiğimiz mücadele, üstümüzü kirlettiğimiz için yediğimiz dayaklar, elde çamaşır yıkamanın zorluğunu idrak edemediğimiz günlerdi o günler. Oralara da değinmeden olmaz. Bir telaşla biri mutlaka başı çekerdi. Tangur tungur dışı isli koca kazanlar, altına T T K dan gelen isli odunların sürülmesiyle hazır olurdu yakmaya, çeşmeden taşınan suyla doldurulurdu önce,sonra ateşlenen odunlar fokurdatırdı suyu. Daha sonra çinko çamaşır leğenlerine sıralanırdı yan yana, ıslanırdı çamaşırlar içine. Bizler cıvıl cıvıl beklerdik sıramızı,ayaklarımızla şapır şupur çiğnerdik onları, ayak parmaklarımız buruşur içinden zorla çıkarılırdık, kalanı annelerimiz hallederdi.
O çamaşırlar iplere bembeyaz nasıl sıralanırdı, mis gibiydi kanaviçe işlemeli çarşaflar, fokur fokur kazanlarda kaynatılır öyle arınırdı kirlerinden. Kış günlerinde, sobaların üzerinde güğümlerde kaynayan sularla tuvaletlerde yıkandığımız ve çıkar çıkmaz sobanın etrafına tüneyip ısındığımız zamanlar. tam beş çocuk sırayla aynı işlemden geçerdik bizim evde.
Bir küçük oda kadar bir bakkalımız vardı mahallemizde, geçerken gördüm hala duruyor. Raflarında üç beş ürün çeşidiyle bile çok zengin olduklarını düşündüğüm bakkal amcamız. Deterjan kokuları ile gofret kokularının birbirine karışmış buluşmasını koklayarak girerdim içeri. Bugün ki titizliğim o günlerden kalma sanırım gördüğünü benimsemek.
Gün içinde birkaç kez içine girdiğim, tipitip çikletinde bile sevindiğim, ama gözüm gofretlerde kalarak arkama bakarak dışarıya çıktığım bakkal dükkanı nasıl yaktın canımı o gün.
Veresiye defterlerinin korkutan borç tutarını çocuk aklımıza kazıyan annemiz.
Kuruyan çeşmeye çok üzüldüm, dut ağacına yıllardır çıkamadığıma da, ama en çok yitip gidenlere, bir daha geri dönemeyecek olanlara sızladı yüreğim. Doğduğum evin bir malikane kadar ihtişamlı olduğunu bu gün biliyor olmanın onurunu yaşadım aynı zamanda. Biriktirdiklerimin yaşamdaki en büyük servetim olduğunu bilebilmek zaten en büyük ödül değil miydi bana…
Evet bugün satırlar ve anılar RÜZGARLIMEŞE