STRUMA
''Struma'' deyince bu gün acaba kaç kişi bunun ne demek olduğunu biliyor? Geçen hafta, 24 Şubat çarşamba günü, Struma faciasında hayatını kaybeden 768 kişi için İstanbul'da anma törenleri yapıldı. Bu törenlerin daha önce yapıldığını hatırlayan var mı? Bu sorulara çok az kişinin olumlu cevap verebileceğini adım gibi biliyorum. Zira bu olayı da, tıpkı geçen hafta yazdığım Kırım Türklerinin yaşadığı ''Mavi Alaylar'' faciasında olduğu gibi, tarih kitaplarımız yazmaktan kaçınmış, adeta örtbas etmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla halkımız bu facia hakkında da bilgi sahibi olamamıştır.
Ben şahsen okumayı ve araştırmayı çok sevdiğim halde; birkaç yıl önce Zülfü Livaneli'nin ''Seranad'' isimli kitabını okuyuncaya kadar bu olayı bilmiyordum. Kitabı okuduktan sonra bu olaya inanamadım ve başka kaynaklardan da araştırdım; ve maalesef gerçek olduğunu öğrendim.
Bu trajik olay bir insanlık ayıbı olduğu kadar zamanın Türkiye Cumhuriyet Hükumetinin de ayıbıdır. Bunu yok saymak bizi aklamaz. Tarihten ders almak gerekir ve bunun yolu da tarihimizle yüzleşmektir.
Ben aslında bu olayı uluslararası ilişkilerdeki gerçekleri daha iyi anlamak için bir örnek olarak aldım. Ve sonunda da oraya bağlayacağım ama önce bilmeyenler için bu olayı kısaca özetleyeyim.
Bildiğiniz gibi 2. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanya'sı Yahudilere soykırım uyguluyordu. 1941 yılında Naziler'den kaçarak Romanya'ya sığınan Yahudilerden 4 bin kişinin Yaş şehrinde Nazilerce katledilmesiyle, Romanya Yahudileri için Filistin'e kaçmaktan başka çare kalmamıştı.
Bunun için Romanyalı zenginlerden ve entelektüellerden alınan yardımlarla bir gemi kiralandı. Bu gemiyi iyi tanımanızı istiyorum. Onun için biraz ayrıntılı tarif edeyim ki; facia daha iyi anlaşılsın!
''Struma'' isimli, Panama bandıralı, 46 metrelik bu gemi 1830 model bir motoru olan, 1867 Newcastle yapımı çok eski bir gemiydi. Aslında kömür taşımak için yapılmıştı ama hayvan taşımacılığında kullanılıyordu. Ahırları kamaraya dönüştürülmüştü ama maksimum kapasitesi 200'ün üzerine çıkarılamamıştı. Tek bir tuvaleti vardı ve mutfağı da yoktu.
12 Aralık 1941'de Romanya'nın Köstence limanından 790 yolcu ve 10 mürettebatla kalkan Struma'nın motoru İstanbul'a ulaşmadan açık denizde arızalandı. Yolcuların aralarında topladıkları para ve mücevher karşılığında, yakından geçen bir geminin mürettebatı gemiyi onardı. Fakat gemi ikinci bir motor arızası sebebiyle 15 Aralık'da İstanbul Boğazında, Sarayburnu açıklarında demir atmak zorunda kaldı.
Yolcular Türk Hükumetinden yardım istediler. Geminin motoru tamir edilmek üzere söküldü. Ama yolcuların karaya çıkmasına izin verilmedi.
Günler geçmesine rağmen, Almanya ve İngiltere'nin baskısıyla ne geminin yola devam etmesine ne de yolcuların karaya çıkmasına izin veriliyordu. Hadi Yahudi düşmanı Nazi Almanya'sını anlayabiliriz de Almanya ile savaşan İngiltere neden böyle yapıyordu? Bunun sebebi ise, o dönemde Filistin'de kurdukları yönetimin, Yahudiler'in sayısı arttıkça zora gireceğini düşünmeleri idi. Aksi gibi, Almanya ile müttefik olan Romanya da gemiyi geri kabul etmiyordu.
İngiliz Hükumetinin onayıyla birkaç yolcunun ve bir hamile kadının gemiden inmesine izin verildi. Ayrıca, ABD'nin ricası üzerine Vehbi Koç'un aracı olması ve Türk Hükumeti nezdindeki girişimleri ile Martin Segal ve 5 kişilik ailesinin de gemiden inmesine izin verildi. Zira Vehbi Koç Standard Oil Company of New York isimli bir Amerikan petrol şirketinin Türkiye temsilcisiydi ve Martin Segal de aynı şirketin Romanya müdürü idi. Vehbi Koç'un, Segal ailesi için dönemin İçişleri Bakanı Faik Öztrak ve İstanbul Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil ile bir dizi görüşme yaptığı biliniyor.
9 hafta boyunca kıyıda demirli vaziyette bekleyen gemiye Kızılay ve İstanbul'daki Yahudi toplumu tarafından yardım yapılmaya çalışıldı ise de bu yardımlar gemideki trajediyi azaltamadı. İstanbul'da son derece soğuk geçtiği söylenen 1942 kışında, yaşanan açlık ve sağlık sorunlarına rağmen, gemidekilerin haftalarca ahırdan bozma kamaralarda soğuktan titreyerek adeta hapis kalmasına göz yumulması, insanlık tarihine büyük bir ayıp olarak geçmiştir.
Gemide kalanların akibeti ile ilgili haftalar süren müzakereler sonuç vermeyince, 23 Şubat 1942'de, Türk Hükumeti motoru halen çalışmayan gemiyi Karadeniz'de Şile açıklarına çektirdi. Gece boyunca sürüklenen gemi, 24 Şubat sabahı büyük bir patlamanın ardından battı. 103'ü çocuk olmak üzere 768 kişi öldü. Sadece David Stoliar adında 20 yaşında bir yolcu kurtulabildi.
Geminin uzun yıllar neden battığı bilinemedi. Sağ kurtulan tek yolcu David Stoliar, bir İsrail radyosuna verdiği demeçte; geminin bir türk torpido botunun açtığı ateş ile batırıldığını iddia etti ise de; 1960'larda Rus arşivlerinden çıkan belgelerde gemiyi bir Rus denizaltısının batırdığı anlaşıldı.
Hikayeyi okudunuz. Muhtemelen çok da üzüldünüz. Hatta zamanın Türk Hükumeti'ne de kızdınız. Öyle ya; kara kışın ortasında çok zor şartlarda, 70 gündür gemide bekletilen çoluk çocuk yüzlerce insanın karaya çıkmasına veya geminin yola devam etmesine izin vermedi. Üstelik motoru bile olmayan gemiyi başı boş bırakıp Karadeniz'in azgın dalgalarına teslim ederek 768 kişiyi göz göre göre ölüme gönderdi. Utanılacak bir durum ve hiç bir şey bunun mazereti olamaz. Nitekim, dönemin Başbakanı Refik Saydam olayın ardından kendisinin bile inandığını sanmadığım şu açıklamayı yapmak zorunda kalmıştır.: ''Biz bu hususta elimizden geleni yaptık. Dolayısı ile en ufak bir sorumluluğumuz yoktur. Türkiye başkaları tarafından istenmeyen insanlara vatan olamaz.''
Değerli okuyucular, siz Başbakanın bu sözlerinden ikna oldunuz mu? Sanmıyorum! Gerçek ne biliyor musunuz? Söyleyeyim: 2. Dünya savaşında tarafsız kalmak isteyen ve bunun için büyük bir çaba sarf eden Türkiye Cumhuriyeti; savaşın her iki tarafının da istemediği Yahudi mültecileri kabul etme konusunda aciz kalmış ve eli kolu bağlanmıştır. Açıkcası büyük ve güçlü devletlerden çekinmiştir. Yoksa bu kadar acımasız davranması mümkün değildi. Ama buna rağmen,insanlık açısından, faturanın büyük kısmının kendisine kesilmesinden kurtulamamıştır. Bu olayı yakın tarihlerimizin yazmaması, olayın adeta halktan gizlenmesi de bunun açık bir ifadesidir.
Şimdi bu olaydan çıkarılacak dersler nelerdir kısmına bakalım.
Öncelikle bu olay bize uluslararası ilişkilerin ne kadar önemli ve ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. Hatta bu ilişkilerde duygusallığa ve insani zaaflara yer olmadığını, ve her şeyin acımasızca çıkarlara dayandığını da göstermektedir. Bu olayda da, İngiltere ve Almanya birbirleri ile savaştıkları halde, her ikisinin de gemideki Yahudilerin Filistin'e ulaşmaması konusunda, insani duyguları da bir tarafa bırakarak anlaşmaları bu tezimi doğrulamaktadır. Bir de burada insan hakları konusunda ahkam kesen Batı medeniyetinin gerçek yüzünü görebilirsiniz!
İkincisi, uluslararası ilişkilerde, tıpkı tabiat kanunlarında olduğu gibi, güçlünün istediğinin olmasıdır. Nitekim bu olayda da Türkiye'nin çabalarına rağmen her şey İngilizlerin ve Almanların istediği gibi olmuştur. Detay olarak da İngilizlerin onayıyla gemiden birkaç kişinin ve ABD'nin ricası ile de (aslında Amerika'nın ricası bir emirdir) Segal ailesinin gemiden indirilmesini buna ekleyebiliriz. Demek ki istenirse olabiliyormuş!
Günümüze gelirsek: Bildiğiniz gibi, uluslararası ilişkilerde sıfır sorun politikası ile yola çıktık, acemilikler ve hatalar yüzünden hemen hemen tüm komşularımızla düşman olduk. İçeride desteksiz attığımız ''Yedi düvele karşı geliriz.'' türü palavraların içinin boş olduğunu gördük. Demek ki dış politika iç politikadaki gibi hamasi laflarla ve cart curt etmekle yürümüyormuş. Bize biraz pahalıya mal oldu ama şimdi deneme ve yanılma yolu ile bunu öğrenmeye başladık. Ayaklarımız yeni yeni yere basmaya başladı. Nereden mi biliyorum? Daha düne kadar ''Kimse Türkiye'nin gücünü test etmeye kalkmasın!'' diye efeleniyorduk. Siz bu sözü artık duyabiliyor musunuz? Cumhurbaşkanı veya Başbakan söylüyor da ben mi duymuyorum acaba?
Son bir husus: Struma olayında 768 kişiyi mülteci olarak almamamız için bize yoğun baskı yapan Batı medeniyeti, bu sefer 3-4 milyon mülteciyi almamız için yine yoğun baskı yapıyor. Ne yaman çelişki, değil mi?