Hatıralarım acır diye korktuğumdan olacak, Orta Kapuz’a, belki, 20-25 yıldır uğradığım yoktu. Geçtiğimiz hafta sonu cesaret ettim, oğlumun peşine takılarak çocukluğumun cennet mekânına gittim. Gördüklerim, tek kelimeyle, her yanımı bir yangın yerine çevirdi. Yüreğim acımakla kalmadı, dağlar devrildi içimde. İnsanların vandallığına eklenen zamanın acımasızlığı, doğanın yıkıcı gücünü de yanına alarak, ömrümün en ışıklı günlerinin geçtiği plajdan eser bırakmamıştı çünkü…
Tersane durağından yöneldiğimiz merdivenleri indikten sonra tren yolunu geçmek için kullandığımız EKİ yapısı demir köprü yakınlarda yıkıldı. Onu haberlerden biliyordum da, “En azından pasomuzu gösterip koşarcasına geçtiğimiz bekçi kulübesinin kalıntıları duruyordur, ona bakmamaya çalışarak merdivenlerden iner, plaja ulaşırız” diyordum ki, bir anda üzerine çıktığım moloz yığını büyük düş kırıklığı yarattı bende. Kulübeden, merdivenden vaz geçtim, ortada, kalıntıları bile yoktu ne yazık ki…
TANRISAL BİR CEZA MI BU?
Şaşa kaldım! Çocukluğumda, aralarında, aşılmaz sandığım duvarlar olan Tersane ile Orta Kapuz, o duvarların yıkılmasıyla birleşmiş, aynı sahilin yönleri farklı iki plajı haline gelmişti. Bu durum iki koyun, yalnızca sahillerini değil kaderlerini de birleştirmişti sanki. Her ikisi de aynı viraneliği, aynı boynu bükük çaresizliği, sözcüklerle tanımlanamayacak çirkinleşme sürecini yaşıyordu çünkü. Nutkum tutuldu adeta, diyecek söz bulamadım da, ağzımdan, birkaç kez “Vay be!” döküldü yalnızca…
Yo hayır, sıradan bir yıkım olamazdı bu. Değerlerini korumasını beceremeyen, doğanın sunduğu nimetlere sahip çıkmadığı gibi, kente, daldığı bahçeden dalını budağını kıra kıra meyve çalan hırsız gibi davranan Zonguldaklılara verilmiş tanrısal bir cezaydı kesinlikle... Kapuz gibi bir cennet bahçesini yaratıp bize armağan eden denizler hâkimi Poseidon, gösterilen değerbilmezliğe öfkelenmiş de, fırtınalar koparıp kuduran dalgalar yollayarak, insan eliyle yapılan ne varsa yerle yeksan etmişti adeta...
GENÇLİĞİM GİBİ, ÇOK ŞEY DE UZAK DİYARLARA ÇEKİP GİTMİŞTİ
İçim yanarak baktım, Arslan ağabeyin parendeler atıp, burgular yaparak atladığı tramplenler her yanı delik deşik bir beton yığınından ibaretti yalnızca. En önce varmak için birbirimizle yarıştığımız açıktaki sal gibi, hoparlörlerden kulağımıza yükselen şarkılar da yoktu ortalıkta. Gençliğimiz gibi, onlar da bırakıp uzak diyarlara gitmişti. Bize küsen deniz, elimize aldığımızda sevgili eli gibi okşadığımız altın çakıllı kumlarını da almış, geriye, üzerinde yürünemez bir kaya yığıntısı bırakmıştı dahası da…