TAŞLAR…

Abone Ol
Klavyenin başına oturduğumda, hangi konu, hangi olay gündemde, acaba ne yazmalıyım düşüncesinde, epey zaman kaybı yaşadım doğrusu. Gündeme dair kıyısından köşesinden düşüncelerimi çekinerek de olsa paylaşıyorum zamam zaman. Ülkenin hali belli, bütün taşlar yerinden oynuyor, hem de ne oynama… Önce, kımıl kımıl artçı depremler, sonrasında da şiddetini artırarak süregelen ve ardı arkası, günlerdir, aylardır kesilmeyen, can alıcı depremler yaşıyoruz. Aklın yolu bir diri unuttuk, ne çok akıl yolları olduğunu öğreniyoruz, akıl oyunlarıyla. Maazallah “birilerine göre” tarafını belli et, bir fikir ve yahut bir düşünce at ortaya “şşşttt yerin kulağı var aman ha, akıllı ol” gibi korku cümleleri duymak kaçınılmaz oluyor. İnsanın, içinde yaşadığı ülkeden, insanca, kardeşçe yaşama isteğinden başka, nasıl bir beklentisi olur ki hayattan. Neyin tarafı olur insan bu ülkede yaşıyorsa, bu toprakları namus bellediyse bu topraklara şehitleri gömdüyse, ne tarafı, neyin tarafı Allah aşkına. Gün geçmiyor ki bir çocuğa bile kabul ettiremeyeceğiniz ve kandıramayacağınız bin bir türlü, dolambaçlı hikâyelerle yüzleşmeyelim. Hikâye diyorum çünkü doğru olduğunu kabul edersem ben bu kafatasımın içindeki beyin mekanizmasının akıl denilen frekansından şüphe ederim, ediyorum da zaman zaman işin ilginci. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor, kime güvenip kime sokulacağını şaşırıyor insan. Bu güzel ülkeden, bu vatandan ne istiyorsunuz diye haykırmak istiyorum. Son günlerde üst üste yaşanan en yakınımızda hayatı paylaştıklarımızdan, komşularımızın suçlu sayılarak tutuklanmasını açıklayamıyorum mesela kendime. Sadece bir kişi de değil üstelik ya mesleğinden men ediliyor, ya uzaklaştırılıyor, ya da malumunuz üzere bir bir tutuklanıyorlar. Kandırıldık mı diyorum, kendimizi onlardan korumalı mıydık, yoksa komşu komşunun külüne muhtaç diye bildiğimiz kültür değerlerimizin, bizlere öğretmiş olduğu şekliyle sahip mi çıkmalıydık. Biz, şu aralar ne yapmalıyız? Dışarıdan bakıldığında, masum sıradan ve hatta kendimiz gibi sandığımız ahbapları, dostları, komşuları yok mu saymalıyız, ya da tam tersine onları yine eskiden, yani birkaç ay öncesinde olduğu gibi kültürümüzün öğretisi olarak, sevmeli, koruyup kollamalı mıyız? Nedir bu düzenbazlığın laneti üzerimize çöken ve kardeşi düşman, düşmanı masum yapan düşünce kirliliği. Bizler niye ötekileştirmek zorunda bırakılıyoruz birbirimizi. Onlar diyorum çünkü ne yazık ki öyle olduk, onlar, bunlar, şunlar, hani nerde biz… En yakınımızdaki, yanı başımızdaki sanki suçlu olan biziz ve onlara bu adaletsizliği (onların söylemiyle) bizler yağmışız gibi gözlerinde kin ve öfke ile bakıyorlar bizlere, sadece bizlere mi etraflarındaki herkese ve bu ülkeye. “İşin içinde terör örgütü var, terör örgütüne hizmet var” bu açıklamayla alıp götürülen insanların ardından, şaşkınlığımızla boşluğa takılıp kalan gözler var. Ya doğruysa… Ya sahiden de öyleyse… Peki ya değilse… Akıl akılsızlığın üzerinde bir meziyetti bir zamanlar, şimdi akılsızlık akla hükmediyor. Eğitimli eğitimsiz, nüfuslu, nüfussuz, yani ne güç ne mevkı ne şan ne şöhret, sebepli ya da sebepsiz topun ağzında herkes. Taşlar çok hızlı oynuyor yerinden, depremler hızını kesmiyor, hafriyatın altından kalkabilmek mümkün müdür, bunu zaman gösterecek birde inandığı yoldan dönmeyenlerin azmi gayreti. Fırtınaya kapılmış olduğumuz ayan beyan ortada, savruluyoruz, yok başka açıklaması. Tam batmak üzereyken, can havliyle hayata tutunuyor, direniyoruz. Geminin bu fırtınadan ne kadar hasarla çıkacağı belli değil, batmak ihtimalini aklıma getirmek bile istemiyorum çünkü bu kadarını ne bu topraklarım üzerine kurulan bu vatan nede buna inan hiç kimse hak etmiyor