Baltaş’ın yazısı şöyle:
Zonguldak merkezde son yağışlardan sonra metrekareye 200 kilogram yağışın düştüğü, çok sayıda toprak akması, kaya yuvarlanması ve heyelanların meydana geldiği söyleniyor. Bu nedenle boşaltılan ve zarar gören evler, kayan mezarlıklar, çöken istinat duvarları, kapanan yollar, tıkanan menfez ve kanalizasyonlar vb. birçok olumsuzluğun meydana geldiği ifade ediliyor. Doğru bir kararla şehir merkezinde Üzülmez ve Çaydamar Derelerinin birleşmesinden sonra denize ulaşıncaya kadar olan bölümde kesit genişletme ve taban temizliği yapılmasına rağmen taşkın riskinin meydana geldiği konu ediliyor. Bu durumda daha sonra da olabilecek aşırı yağışlarda herhangi bir nedenle dere kesitinin daralması durumunda bizleri nelerin beklediğini biliyor olmamız gerekir.
Ayrıca Zonguldak'ta limanının, Ereğli Şirketi Osmaniyesi (Societe d'Heraclee Osmanlı A.Ş.) tarafından 1896 yılında yapılan bölümünün önüne konan beton bloklar yapıldıkları yıldan itibaren günümüze kadar geçen süreçte dalgaların deniz tabanı topoğrafyasında meydana getirdikleri değişiklikler nedeniyle yerleştirildikleri orijinal konumlarını giderek kaybettikleri için yeterince koruma sağlayamıyorlar. Bu nedenle TTK’nın Palamar Servisi ve Sahil Güvenlik Komutanlığının bulunduğu alan dalgalardan etkileniyor. Ayrıca liman içinde yaklaşık 600 metre uzunluktaki bölümde hatalı bir şekilde deniz seviyesine çok yakın bir kotta inşa edilen sahil şeridi de hasar görüyor. Daha yeni biten taban temizleme çalışmasından sonra gerekli yerlere atmayarak kurtulduğumuzu sandığımız çöpleri denizin bize iade etmesinin yanı sıra deniz tabanına taşıdığı alüvyonlar yanlış bir konuma yapılan limanın tabanına tekrar birikiyor.
Bu coğrafyada yaşayan her insan yaşam süresi içinde onlarca heyelan, sel ve bunların verdiği zararlara tanık olmuştur. Hemen her yıl yaşadığımız bu ve benzeri heyelanlar ve seller ramak kala limitlerde yaşadığımızın bir göstergesi değil midir? Pekiyi, “ucuz atlattık” diyoruz da ders alıyor muyuz?
Yağışlı mevsim dikkate alınmayarak su akış yollarında yapılaşma, zemin özellikleri dikkate alınmayarak bina yapılması, kanalizasyon sistemlerini gerektiği gibi yapmamak vb. benzerleri insan dediğimiz sözüm ona en gelişmiş ve en üstün canlının aç gözlülüğünün, doğaya karşı koyma ve onu kontrol altına alma tutkusunun göstergeleridir. Depremde yıkılan, selde suya kapılıp yerle bir olan yapılar kibirli bir varlık olan insanın bu yaşadıklarından bir ders çıkarmadığını göstermektedir.
Bu coğrafyada karşılaştığımız bu ve benzeri problemler ülkemizin hiçbir iktidar döneminde aşamadığı sorunlardandır. Yara iyileşecek ve kapanacak yerde derinleşmektedir. Bu yaranın açılmasından ve iyileşmemesinden birincil sorumlu ülkemizi ve kentlerimizi yönetenlerdir. Bu yanlışın devam etmesinde en büyük şanssızlığımız, seçimlerde verilen her oyun bir kazanç kapısı olarak görülmesidir. Bu kısır döngü kırılmadıkça heyelanların ve sellerin felakete dönüşmesinin, orta büyüklükte depremlerin yapıları yıkmasının yanı sıra can kayıplarına neden olmasının önüne geçilmesi zor gözükmektedir. Yönetenlerin özendirici olmasının ve aymazlığının yanı sıra toplumumuzun bu konudaki sorumsuzluğunu, bir kısmı emeğinin karşılığını alamazken diğer kısmının hak ettiğinden fazlasını talep etmesini ve kolaycılığını da görmemiz gerekir.
Doğayla kavgalı, onunla inatlaşan uyum göstermek yerine ters düşen insan tam da doğaya egemen olduğunu zannederken doğanın biriken öfkesiyle karşılaşmaktan kurtulamıyor. Buna rağmen bir türlü ders almaması sınır tanımaz akıldışılığının bir göstergesi değil midir? Örneğin, çöplerimizi özelliklerine göre ayırarak daha sonra alınmak üzere gerekli yerlerde biriktirmek yerine sorumsuzca çevreyi kirletmek ve buna karşın seller sonucunda her seferinde doğanın bu çöpleri adeta suratımıza tükürür gibi iade etmesi bunun kanıtı değil midir?
Çözümsüz müyüz? Elbette hayır! Doğayla inatlaşan değil, kendisini doğanın bir parçası sayan, başka canlıların ve doğal varlıkların da yaşam hakkı olduğunu düşünen insan, aslında sorunların çözümünde kilit role sahiptir.