Bir hırs küpü olarak meydan meydan dolaşan her şeyin başı ve avanesince dönemi karalanırken kendisi “Demokrasi kahramanı” ilan edilen Turgut Özal ismini MESS başkanı olduğu zamanlardan biliyorum. Metal sektöründe patronların temsilcisi olarak sendikalarla toplu sözleşme görüşmelerini yürütürdü. Sözcüğün tam anlamıyla bir işçi düşmanıydı. Müzakere süreçlerindeki uzlaşmaz tavrı nedeniyle sık sık grevler olurdu temsil ettiği işyerlerinde. İşbirlikçi tavrıyla şimdilerde kendi üyelerinin bile öfkesini üzerine çeken Türk Metal, o vakitlerde de aynı sendikaydı. Ülke tarihinin en değerli sendikacısı Kemal Türkler’in genel başkan olduğu Türkiye Maden İş patronları tam köşeye sıkıştırmışken teslimiyet metinlerine imza atar, Özallara can simidi olurdu.
Artık nasıl bir demokrasi kahramanıysa daha sonra cuntanın ekonomi bakanı oldu Özal. “Asmayalım da besleyelim mi” vahşetinin tüm acımasızlığıyla hüküm sürdüğü ülkede, emekçileri açlığa mahkûm eden politikaların mimarıydı. Tanrı “Yürü ya kulum” demiş olacak, ülkenin başbakanlığı, ardından da cumhurbaşkanlığı makamına kadar yükseldi... Makamlar değişti ama MESS başkanlığı yıllarındaki işçi düşmanlığı hiç bitmedi. Ülkeyi ucuz işçi cenneti yapma düşü peşinde bir ömür harcadı. O yıllarda söylediği, “Grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir” sözü yaşamı boyunca rehberi oldu...
Özal da tıpkı mürşidi Friedman gibi göçüp gitti bu dünyadan. Ancak ne gam? Tilmizleri varlığını sürdürüyor hâlâ... Ülkede pek çok akademisyen, yazar, analist, ekonomi yorumcusu, vahşi kapitalizmin en çirkin yüzü olan yoksulluğu, ücretli köleliği, paranın diktatörlüğünü ekonominin değiştirilmesi mümkün olmayan yasallığı olarak anlatmaya çalışıyor hararetle. Devleti ekonominin tamamen dışında bırakıp, emekçileri patronların insafına terk eden bu anlayış kentimizde de karşılığını buluyor. Zaman zaman siyaset adamları, zaman zaman işadamı örgütleri, zaman zaman da bizzat işadamlarının kendileri devletin müdahil olup işçi ücretlerinin yükseltmesini ekonominin genel prensiplerini de, yaşamın gerçekliğini de aykırı bulan açıklamalar yapıyor.
SIKI BİR AKP MUHİBİ OLARAK SAHNEDE
Bunlardan biri de İşadamı Yusuf Günay... Kendisini hiç tanımam, ancak kentin en varsıl kişisi olduğu söyleniyor. Bir şehir efsanesi midir bilemem ama kulağıma çalınanlar arasında namlı pek çok kişinin ona borçlu olduğu bilgisi de var. Varsıl olduğundan galiba, ağzından çıkan her söz, tüm gazetelerin birinci sayfasında yer buluyor. Dahası, ilahi sözmüş gibi kimse de itiraz etmiyor… Ortalıkta görünmeyi pek sevmediğine göre mütevazı bir hayatı tercih ettiği çok belli. Gazetelerde ender görünmesinin nedeni de bu kanımca… Kömürcülük dışında başka hangi işlerle iştigal ediyor, emin olun o konuda da bilgim yok çok fazla… Ancak söylediklerine şiddetle itirazım var…
Bilirkişi olarak kendisine başvuran gazetelere Torba Yasa ile maden işçilerine verilen hakların çok fazla olduğunu, bunun ülke madenciliğini bitireceğini iddia etti ilkin. Köşeye sıkıştırılmış işçilerin kentte yaptığı eylemlerle, redevanslı saha sahiplerinin üretimi durdurmasını da dayanak yaptı kendine… Şimdi de sıkı bir AKP muhibi olarak sahnede. “Muhalefetin vaatlerinin içi boş. Bunun gerçekleşmesi demek Türkiye’ye darbe vurmak demektir. Biz Torba Yasa ile bunu uyguladık da ne oldu? Asgari ücretin yüzde 100 arttırılması madencileri ne kadar sıkıntıya soktu. Bu söylenenlerin inşallah hiçbir tanesi olmaz. Eğer olacak olursa Türkiye’de işsiz sayısı çok yükseklere çıkar. Sanayi kuruluşları, Doğu Avrupa ülkelerine ve Çin’e göçerler" buyuruyor…
SORUN İŞÇİ ÜCRETLERİYSE AVRUPA ÜLKELERİ NEDEN BATMIYOR?
İşadamı Günay, Özal’ın Kenan Evren kuvvetiyle gerçekleştirdiği ve tilmizi Erdoğan’ın kararlılıkla sürdürdüğü ucuz işçi cennetinin dünya durdukça sürmesini istiyor anlaşılan. İstemekte çok haklı, birilerinin yoksulluğu, onun daha çok kazanması, yatırım üzerine yatırım yapması anlamına geliyor çünkü… İşçiler ömür boyu yoksulluğa mahkûm olurken, o servetine servet katsın, garajdaki 4 çekerli lüks araçların yanına 12 silindirli, bilmem kaç supaplı birkaç araç daha eklensin... Başka sektörlerde yani işletmeler açsın, bankalardaki hesapları daha da şişsin, daha çok insan borçlu olsun kendine, emin olun tek derdi bu…
Kimsenin kazancında gözümüz yok, Tanrı herkese daha çok versin ama kamuoyu önünde sormak isterim: Sayın Gülay kaç tane asgari ücretli işçi çalıştırıyor şirketlerinde? Kentin en varsıl kişileri arasına girmek o kadar kolay olmadığına göre, ne kadar kazanıyor bir de hayır duası aldığı bu garibanların sırtından? İskandinav ülkelerinde, İngiltere’de çok daha fazla ya, asgari ücret Almanya’da 1.473 Euro örneğin. İşletmelerin en temel girdisini işçi ücretleri oluşturuyorsa, oradaki fabrikalar neden kapanmıyor? Hani bir dünya devletiydik ya biz, böyle bir devlet işçisine üç kuruş daha verdi diye batar mı acaba? En zenginle en yoksulun arasındaki makas inanılmaz bir şekilde açılan, gelir dağılımı adaletsizliğinde dünya rekorları kıran bir ülke aynı zamanda bir dünya devleti de olabilir mi? Ha bir de dünya devleti olmanın göstergesi karnı tok bir toplum yaratmak mı, saraylar, kâşaneler yaptırmak mı ya da? Bu sorulara yanıtınız var mı Sayın Gülay?