Can Kartoğlu, bir elektronik posta ile Haydar Ergülen’in editörlüğünü yaptığı bir dergi için “Zonguldak Garı’nın öyküsünü yazıp yazmayacağımı” sordu bana. Öykü büyük laftı ama bir anlatı çıkarabilirdim belki ortaya… Olumlu yanıt verdim tabii ki. O sırada bir başka isme, Zonguldaklı şair Yelda Karataş’a ulaşmış Haydar Ergülen. Onun yanıtı daha önce gelince ihale onda kalmış. Ergülen ince adam, hiç de gereği yokken, Kartoğlu aracılığıyla özür üstüne özür diliyor benden. Özür dilemesini gerektirecek hiçbir durum da yok aslında ortada. Üstelik durduk yerde yazabileceğim, üzerinde durup, araştırabileceğim esaslı bir konuya da sahip olmuştum. Bir anlamda müteşekkirdim kendine… Bunları bildirdikten sonra durup düşündüm. Yazsaydım nelerden söz ederdim acaba?
Yazıya Zonguldak Garı denince ilk aklıma gelen kişiyi, gül yüzlü teyzemi anlatarak başlardım herhalde. Teyzemler de Karabük’te yaşardı. Babam şirkette, eniştem de fabrikada çalışırdı. “Şirket” denince EKİ’nin, “fabrika” denince de KARDEMİR’in akla geldiği o yıllarda, Gar da (Biz istasyon derdik) teyzemlere doğru başlayan bin türlü serüvenle dolu yolculuğun adıydı bende… Şimdi siyah-beyaz bir filmin şeridi geçiyor gözlerimin önünden. Bir kareden etrafa dumanlar saça saça ilerleyen buharlı lokomotifin dizemli sesi yükseliyor. Bir çocuk afsunlaşmış gözlerle bakıyor tiz bir çığlığın saçtığı dumanlara… “Rötar” denen Allah’ın belası saatlerin hiç bitmeyen sıkıntısı doluyor bir kareye, çaresiz bekleyişler, uydurulmuş oyunların tadına dönüşüyor…
Gökçebey’in adı, Tefen İstasyonu’ydu henüz
Çatalağzı İstasyonu geniş açılı bir objektifle çekilmiş büyük bir kare olarak düşüyor anı evime. “Rötar” denen adı bile tuhaf şey, en çok orada canımı yakıyor çünkü… Karşıki yoldan gelecek tren bekleniyor bazen. İki ezeli rakip gibi, bıkkın gözlerle bakıyoruz çığlıklar atarak perona giren trendeki yolcularla birbirimize… Bazense, lokomotife su ikmalini bekliyoruz, yediği kömür içini yakmış belli; oyundan yeni dönmüş çocuk gibi, ağzını dakikalarca ayırmıyor şarıltıyla akan borudan… Uzun bekleyişlerin ardından nihayet kalkıyor tren… Tam hızlanacakken yeniden duruyor. Adı bile şiir gibi olan Işıkveren’deyiz bu kez… Fotoğrafın karesine büyücek bir yapının göğe doğru uzanan bacasından yükselen dumanlar giriyor… Beton rengindeki bol camlı yapı, kendisiyle duman yarışı yapan lokomotife mağrur gözlerle bakıyor. Tüm ülkeye ziya saçıyor olmanın haklı gururu var duruşunda. Viran bir şekilde yıkılmayı bekliyor şimdi… Kimse farkında değil ama her yanından su sızan çatısının altında, yoktan var olan bir ülkenin endüstri tarihini saklıyor…
70’li yıllar… Yorgun, yoksul ve umutlu günleri ülkemin… Gökçebey’in adı, Tefen İstasyonu henüz. Saltukova’nın adı bile duyulmuyor daha. Kokaksu, yorgun lokomotiflerin soluğunu hepten tüketen, bitip tükenmek bilmeyen düzlüklerin adı aynı zamanda. “Burası tayyare meydanı” diyor babam, ekliyor, “harp zamanlarında kullanılıyor.” Harp denince hemen “Kıbrıs” geliyor aklıma… O yılların ülkedeki her ferdi vahidi gibi ben de Yavuz’a ağlayan muzaffer komutan olarak dolaşıyorum sokaklarda… Semih Sancar için yazılan destanları çocuk aklıma yazıyorum. Trenle beraber koşan onlarca çocuk yansıyor fotoğraflardan birine daha sonra… Benle yaşıt birçoğu… Yolculardan, başka bir şey değil de gazete istiyorlar yalnızca… Camlardan sarkıtılan gazeteleri yakalamak için birbirleriyle savaşıyorlar… Rüzgârda savrulan gazetelerin peşinde koşuşan bedenlerini, içinde bulunduğumdan daha büyük bir yoksulluğun resmi olarak kaydediyorum belleğime…
Karabük, tel örgülü mahpushanesiyle karşılardı bizi
Elinde delgeçiyle ikide bir kapıyı aralayan kondüktörün münasebetsizliğine kimse aldırış etmiyor nedense… Kompartımanda koltukları paylaşan diğer aile ile çoktan muhabbet kurulmuş, yiyecekler paylaşılmaya başlanmış olduğu için fark edilmiyor bile çoğu zaman. Yolculuğa çıkarken yanımıza sigara içen birisi düşmesin diye dua ediyor annem; hareket halindeyken trenin camları açılmıyor kesinlikle, kesif duman kokusuyla, kül yağıyor içeri çünkü… Bense açılan camdan yüzüme vuran rüzgârın serinliğine bayılıyorum. Bulduğum ilk fırsatta koridora çıkıyor, boyum yetmediği için zorlana zorlana da olsa ak bayraklı pencereyi indiriyorum aşağıya… Zaman zaman gözümü yummak zorunda kalsam da düşler kura kura bakıyorum manzaraya… Gümrah ağaçlar, ışığı fersiz evler, çoğu zaman boz bulanık akan dereler ve ille de yalçın kayalıklar akıp gidiyor… Sıkı bir azar işitiyorum kompartımana girince. Yüzüme yapışıp kalan isi göremediğim için, neden azarlandığımı da anlamıyorum bir türlü…
Yenice… Balıkısık… Pirinçlik derken, briketlerin üzerindeki tel örgülü mahpushanesiyle Karabük karşılıyor bizi… Kulede nöbet tutan askerin namlusu “dur” işareti gibi sanki… Ağır ağır yavaşlayan tren, Karabük Gar’ında durduğunda toprağa değil de, teyzemin şefkatli kollarına atıyorum adımımı… Her birimizi bir başka coşkuyla karşılayan teyzem, nasıl ağırlayacağını şaşırıyor her defasında… Arkası bir bahçeye açılan, tek katlı bir evin verandası var bu kez fotoğraf karesinde… Dünyanın en güzel iki kadını, annemle teyzem bir köşesinde hararetle sohbet ediyor. Birbirini gördükleri andan itibaren, tıpkı sözleri gibi yemyeşil gözlerindeki ışık da hiç bitmiyor… Hep namaz saatini bekleyen babamla, akşamları hep çakırkeyif karşılayan eniştem de karışıyor zaman zaman sohbete… Bense kendi düşlerimdeyim yine…
Garı anlatmaya çalışacağım yazı böyle bir girişle başlayabilirdi mesela. İyi de olurdu. Bir ışık demeti olarak uzak diyarlara gönderdiğim annemle babama hasret dolu bir selam göndermiş olurdum böylece… Fersiz bedenlerinde bin yılın yorgunluğunu taşıyarak da olsa, en öpülesi iki el olarak her dem beni sarmalayan teyzemle eniştemeyse, belki de, güzel bir bayram hediyesi göndermiş olurdum ki, en güzeli de bu olurdu bence…