Yalan dolan, çalma çırpma, arsızlık hırsızlık, tembellik en sevmediğim şeylerdendir. Bu olumsuzluklara bulaşmadan dürüst, etik ve estetik kalabilmek için ruhumu ve bedenimi
çok hırpaladım. Kendimle barışık kalmayı
başarabildim bugüne dek.
Bugün, yaptığım yanlış, mutluluk oyununu bozdu. Kendime kızdım, üzüldüm. Derdimi sizinle paylaşmazsam hasta olurum. Benden haber alamayınca siz de üzülürsünüz.
En iyisi paylaşmak, değil mi?
Bugün bizim mahallenin pazarıydı. Aslında öğleden önce, sağlık ocağı dönüşü, eşim, marketten alışveriş yapmış. Eczane ödemesi, market parası derken 200 lirayı tüketmiş.
Bana, "Haydi pazara birlikte gidelim. Zaten fazla bir şey almayacağız." dedi. Kabul ettim tabii. Yolda, alınacak şeyler için, cebimde para olduğunu, bana atlet falan da alıvermesini söyledim.
Neyse... Pazara girdik. Sağa sola baka baka, fiyatları yorumlaya yorumlaya yürüdük. Çarptıklarımızla, çarpanlarla kavga etmeden poşetleri parmaklarımıza takmaya başladık.
Her çeşit, her keseye uygun ürün vardı. Atılmadan önceki halde muz, yarısı çürük domates, pörsümüş çilek... Orta düzeyde seçim yapıp pazarı yarıladık.
Tek param bozulmuştu. Gittikçe cebimin boşalmaya başladığını hissetmek yüzüme yansımıştı. Eşim gösterdikçe ben "Sonra alırız." diye geçiştiriyordum. Hatta kendim istediğim halde para vermek olacak diye iç çamaşırı takımını alırken bile cıvıklık yaptım. Bir zamanlar pazardaki halimizi gözleyen bir yaşlı pazarcı Gülseren'e "Bu adamları pazara niye getiriyorsunuz ki?" demişti.
Gerçi eşime yardım ederek, o güzelim meyveleri, sebzeleri izleyip elleyerek, pazarcıların bıçak ucu ikramlarını tadarak bir şenlik havası yaşıyorduk. Eski dostlarla karşılaşmak da işin cabası... Ah bir de el ceplere gittikçe
bakış tuhaflaşmasa ne iyi olacak!
Poşetleri para ödemek için tezgahın önüne koyuyordum. Alım ve ödeme bitince poşetler tekrar parmaklara geçiyordu. Tabii yerlere poşet bırakan poşetini giderken alan bir sürü insan vardı.
Uzun pazar yolunun yarısından sonrası kadın pazarı gibidir. Oraya kadınlar erkeksiz girmek isterler. Haklılar da giysi kısmında biz sıkılıyoruz. Artık pazarı bitirmenin bu aşamasına eşim yalnız gitti. Ben de köfteci büfesinin arkasındaki tabureye oturup bekledim.
Pazarın son tezgahlarından şekerpare kayısı, yedisi beş liraya taze mısır, maydanoz... aldık. Arabaların arasından sıvışarak kalabalıktan kurtulduk. Yan sokağa geçerken mırıldanmaya başladım. "Hatun, benim bozuk parmağım yük ağır olunca yine iyice eğrildi, acıyor. Bir de çok şey almayacağız demiştin bana!" deyince Gülseren, elindeki poşetleri tretuvara bırakıp kollarımdaki poşetleri çekiştirerek, "Bunları ne zaman aldın? Biz patates, soğan mı aldık?" derken şaşkındı. Bir başka poşette de domates vardı.
Bu poşetler nerede karışmıştı bizimkilere? Demek ki poşetlerimi toparlarken bir başka kardeşiminkileri de takmışım parmaklarıma o acıyan eğri parmağıma çok kızdım. Bir kurban kesimi sırasında debelenen öküzü bastırırken tendonu kopmuştu. Ameliyatlar sonrası yine düzelmemişti. Şimdi o eğri büğrü haline bakmadan bir garibanın rızkını almıştı. Hırsız!
O kalabalıkta gözler çalışmıyordu. Gözler suçsuzdu. Yüreğim sızladı. Üstelik poşettekiler alt kasalardan seçilmişti. Ya para bittiyse kardeşim çocuklarına ne pişirecekti? Çok üzüldüm, çok!
Yeniden tezgahları dolaştım. Alışveriş yaptığım satıcılara tek tek sordum.
"Size poşet soran oldu mu?
"Olmadı!"
Taburesinde oturduğum köfteciye "Bu durumda ne yapmak gerekir?" diye sorduğumda köfteci, "Buraya bırakın, soran olursa veririz. Soran olmazsa tezgahlar toplanırken gelen atık toplayıcılara veririz amca. Siz de vebalden kurtulursunuz." dedi.
Ben bir hoş oldum kardeşler. Bir HIRSIZ suçluluğundan kurtulamadım. Bu yazıyı okuyup çıkıverse pazar arkadaşım karşıma, onu ve ailesini yemeğe götürsem, markette dolu poşetler taksam kollarına. Biraz rahatlarım herhalde.
İçimdeki soru deli ediyor beni.
Acaba ben hırsız mı oldum?