1989 yılında asgari ücret 125 bin TL, öğretmenlikteki ilk maaşım ise 636 bin TL idi. Ek ders ile beraber 850 bin TL almıştım. Yani, 8 derecenin 1. kademesinde ilk maaşım asgari ücretten 5,22 kat fazla idi. Şu anda 11.400 TL’yi 5,22 ile çarparsak 59.553 TL karşımıza çıkar. Göreve yeni başlayan bir öğretmen ya da memur bu kadar maaş alıyor mu?
“Uçtuk, zıpladık, uzaya gidiyoruz, dünya bizi kıskanıyor” diyen çok bilmiş tayfaya durumu arz ediyorum.
2 yıl önce, MEB’in niteliksiz, hoyrat, bilimden, etikten, başarıdan, projeden uzak kadrolarının çirkefliklerine daha fazla tahammül edemeyip 53 yaşında, Devrek Meslek Lisesi müdürüyken emekli oldum. Eğer düzgün işleyen bir sistem / yapı olsaydı 10 yıl kadar daha çalışma niyetim vardı…
Emekli olduktan sonra kitap yazmaya, okumaya, araştırmaya daha fazla vakit ayırma imkanım oldu. Ayrıca, haftada 3-5 gün Ankara’da bulunan özel bir lisede çalışmaya devam ediyorum.
Şu anda özel sektörün öğretmenlerinin özlük hakları ne yazık ki kamudan daha beter halde.
Ankara’da 1+1 evler bile 7-10 bin TL arası bedellerle kiraya verilirken, üniversite mezunu, ateş gibi gençler 6000-12000 TL arası bedellerle çalıştırılıyor. Özel okullarda 1 saat ders anlatım parası olarak 100-150 TL verilmekte. Bu bedelle haftada 20-30 saat ders anlatan öğretmenin eline asgari ücretin civarında bir para geçiyor.
3 ay kadar önce İstanbul’un Üsküdar ilçesinde bulunan özel bir kolejden iş teklifi aldım. “Haftanın 6 günü çalışacaksınız, 40 saat kadar derse gireceksiniz. Senede 40 gün izin yapma hakkınız olacak. Bunun karşılığında 2 asgari ücret tutarında maaş vereceğiz” dediler. Üsküdar’da ahırdan farksız, bodrum katlarındaki konutlar bile 20 bin TL civarında kiraya veriliyor. Gaz, su, elektrik, internet, ulaşım, gıda eklendiğinde bir kişinin en az 30 bin TL’ye geçinebildiği ortada. Düşük maaş önerisi ve aşırı çalışma temposu sebebiyle işi kabul etmedim…
40 saat ders verme karşılığı 2 asgari ücret tutarında maaş teklif eden, 800 öğrencisi olan özel okulun velilerden yıllık olarak aldığı para kişi başı 275.000 TL idi… 800 öğrenciden yılda en az 220.000.000 TL toplayan okul 120 öğretmenine aşağı yukarı 36.000.000 TL maaş ödemekteydi.
32 yıl kamuda öğretmen ve idareci olarak çalıştım. SGK’nın bana ödediği para 16 bin TL olup, ilkokul mezunu işçi emeklisinin aldığı paradan daha azdır. Kira ödemediğim, sade yaşadığım, eşim de emekli olduğu, sadece 1 avladım olduğu için hayatımı zorlanmadan idame ettirebiliyorum.
Bu yazının amacı, çok düşük maaşlarla çalışan, evi olmayan yoksul insanların durumunu biraz yansıtmak içindir. Son 35 yılda Türkiye’nin kişi başı milli gelirinin dolar bazında 4-5 kat arttığı ifade ediliyor. Ancak, çalışanların yüzde 60’ı asgari ücret (300-500 dolar) ile geçinmeye çalışıyor. 4 kişilik bir ailenin yıllık geliri dolar olarak 6000’i zor buluyor. Buna göre evdeki 4 kişinin yıllık geliri 12000 dolar olmayıp sadece 1500-2000 dolar düzeyindedir.
Hukuk nerede
1993 yılında Manisa ilinde öğretmenken, Dinç Bilgin adlı işinsanı tarafından çıkarılan, İzmir’de yayın yapan Yeni Asır ve İstanbul’da yayın yapan Sabah gazetesinde küçük bir yazım yayınlandı. Bu yazılarda, bölücü terörle mücadelede “şehit” olanların tamamına yakınının fakir, kimsesiz, yersiz, yurtsuz, aşsız ailelerin çocukları olduğunu dile getirmiştim. Bir süre sonra eve duruşmaya çağrı kağıdı geldi. “Halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla, 24 ay hapis istemli bir davaya maruz kalmıştım. Beni mahkemeye veren kurum Genel Kurmay Başkanlığı idi. Stresten 6 ay kadar uyku bile uyuyamadım…
Hemen ulusal çapta yayın yapan 20 kadar iri gazeteden kesikler, fotokopiler toplamaya başladım. Eğer, 6 aydan fazla ceza alırsam memuriyetten de çıkarılma olasılığım da vardı.
Gazete haberlerinin beni kurtaramayacağını düşünerek, o vakit “iri” gazetelerde (Hürriyet, Sabah Milliyet, Akit, Akşam, Tercüman, Cumhuriyet, Türkiye vb.) köşe yazarlığı yapan, kendini bulunmaz hint kumaşı sanan, allame şahıslara, daktilo ile ayrı ayrı mektuplar yazdım. “Bana kanıt, belge verebilir misiniz? Yol gösterir misiniz?” dedim.
Hiçbirisinden ne telefon ne de mektup gelmedi. Sadece o vakitler Adana milletvekili ve Milliyet/Posta gazetesinde köşe yazarı olan Cüneyt Canver beni aradı. “Ankara’ya gelebilirseniz size belge sunabilirim” dedi. Hemen Kızılay’daki ofisine ulaştım. Bana kabaca şunları anlattı: “Siz sıradan bir vatandaşsınız. Cami duvarına işemişsiniz. Gerçekleri dile getirmişsiniz. Bu ülkede Cem Boyner konuşur, Sakıp Sabancı konuşur… Bunlara hukuk ile diş geçirmezler. Zira maddi güçleri yüksektir. Çok iyi avukatlar bulurlar. Siz sıradan bir öğretmensiniz. Şu anki hukuksal yapı ile baş edemezsiniz. Bir daha bu tür yazılar yazmayın. Sizi yok ederler...”
30 dakika kadar sohbet ettik. Daha sonra rahmetli Sayın Canver bana el yazısı ile hazırlanmış, imzalı bir belge fotokopisi verdi. “Bunu mahkemeye sun. Sana hiçbir şey yapamazlar” dedi.
1994 yılının temmuz ayında İstanbul Avcılar 2. Asliye Ceza Mahkemesine gittim. Yargıç, “Yazındaki iddiaları kanıtlayan bir delilin var mı” dedi. Ben de Cüneyt Canver’in bana verdiği fotokopi belgeyi arz ettim. Belgenin içeriğini buraya yazamam. Sadece o zamanki Milli Savunma Bakanı Mehmet Gölhan’ın kendi el yazısı ile yazıp imza ettiği bir kağıt idi. Orada açıkça bir milletvekilinin oğlu için ayrıcalık talep ediliyordu. (Çok merak edenler, ayrıntı için bana e-posta ya da telefon ile ulaşabilir.)
Duruşmada sunduğum belge ülkenin hal-i pür melalini (acıklı durumunu) berrak biçimde ortaya döküyordu. O zamandan sonra beni ne arayan ne de soran oldu. Olay kapatıldı.
İşte 1994 yılında ülkemizde hukukun yarım olduğunu yaşayarak idrak ettim. Hala daha aynı çizgideyim. Fakirlerin “Berlin’de hakimleri” filan yoktur.