Bugün benim, Zonguldak'ın yerel gazetesi HALKIN SESİ' nde ilk yazmaya başladığım gün. Önemli bir gün elbette. Birinci Türk Dil Kurultayı’nın toplandığı ve sonrasında Dil Bayramı olarak kutlanan 26 Eylül 1932. Sanırım bana has da bir mesaj içeriyor. "Diline dikkat et!.." Olur, ederim ya da çalışırım. Türkçenin doğru kullanılmasından yanayım. Fakaaat, benim de kendime has bir yazı stilim var. Günlük kullanım dilimize girmiş yabancı kelimeleri de reddetmem. (Şimdiye kadar iki dene kullandım bile... mesaj + stil..)
Mizah içerikli yazılarım var çoğunlukla. Yazılarımda günlük konuşma tarzını, konuşma şivesiyle de yansıtırım. Sanki yazmıyor da söylüyormuşum gibi yani. İnternet dilinden de gülen yüz kullanırım sıklıkla. Şimdiden uyarayım da, sonra "..ne bu yaaa.." demesin kimse. Ha bir de devriktir cümlelerim, başak burcu insanıyım, bir düzen içindedir kaoslarım, yazılarım da öyle haliyle. Argo da favorilerim arasındadır. Ne yapayım ki, yeri geldiğinde düşüncelerimi ifade etmekte argo açık ara fark atabiliyor, o vakit onu da buyur ediyorum tabi ki...
Dudaklarımızı düşürecek, gözlerimizi dolduracak, derin derin off çektirecek, bir dolu olay yaşanmakta memleketimizde. Elimizi gözlerimizin üstüne yekpare koyup da baktığımızda, ufukta renk görünmemekte siyahtan başka. Toplumsal olarak bize, yazılı ve görsel medya araçları marifetiyle ve genellikle dizilerle söylenen ninnilerle mışıl mışıl bir rehavet içerisindeyiz. Biliyorum, farkındayım. O nedenle mizah her zamankinden daha çok ihtiyaç haline geldi bence. Gezi olaylarında da bunun en güzel örneğini gördük hala da görüyoruz. Mizah bizim naturamızda var ve olacak, olmalı.
Naçizane ben bu atmosferde kendime bir kapı aralıyorum, oradan yürüyeceğim kendi koridorumda. Dudaklarım yüzümün ortasında bir fiyonk olacak hep, kenarları düşmeyecek aşağıya hiç. Koridorum üç duvar olacak, dört değil. Pamuktan bulutlarla süslü pırıl pırıl gökyüzünü görmeliyim her başımı kaldırdığımda çünkü. Gülen gözlerin ışığıyla aydınlık olacak yolum, Samimi bir sevgiyle sıcacık olacak yüreğim, matrak bir öykü olacak elimdeki beyaz kağıtta her hafta. Lütfedip okursanız, hele bir fiske de gülümsetebilirsem, mutlu olurum efendim.
Köşeme verdiğim isim, "ÇATLAK KİREMİT". Neden mi? Onu da ilerdeki günlerde anlarsınız artık. (Gizem de kattım tam oldu:) Kendimi bildim bileli spor salonlarında geçen ömrümde bir spor hocamın bana taktığı ve en sevdiğim lakaptır da ondan... Öykülerime de konu olacak zaman zaman spor salonları, diğer yaşam alanlarım gibi. Öykülerim bana ayrılan köşeye sığmadığında, bölünecek haliyle. Malum adı üstünde "öykü" benimkiler:)
Bir Zonguldak aşığıyım naçizane. Kadırga Yokuşunun Gazipaşa’yla buluştuğu noktadan her döndüğümde, burnuma dolan deniz kokusunun, Fener'de denize dimdik inen kayaların ince çatlaklarından coşkuyla taşan yeşilin müptelasıyım. Burun burun coğrafyasındaki heybetini her daim hissettiren Kilimli Asker Tepesi’nin azametine, öbür tarafa döndüğünde, kömüre ilk kazmayı vuran emeğin adamı, Uzun Mehmet'in adına yapılan anıtın akşam güneşindeki siluetine hayranım. Gün batımlarındaki kızılı, renklerin arasında tek geçerim. İlk adımda derinleşen koy koy denizinde mutluluğa yüzerim, yağmurlarıyla arınırım, rüzgarıyla elemlerimi uçururum tepelerinden denizinin derinlerine doğru. Merdivenlerini kesmez gözüm çıkmak için pek ama Arnavut kaldırımı ara sokaklarıyla gayet iyidir aram. Mezgidine, hamsisine vurgun, kestanesiyle kara incirine deli divane olurum.
Suyunu içtim, ekmeğini yedim, bilirim ki sınırınla başlar evim, memleketim benim. Ben ne kadar sırnaşık ne kadar sıkı fıkıysam da seninle, sen de hep o vakur perde, emeğin ağırlığı, kömürün isi gözlerinde...
Umutlarımız yeşermeye devam edip,
Yüzümüzden fiyonklar olmasın eksik,
Haftaya kadar tüm bu umutlarla ve saygıyla
... ve sevgiyle selamlar sizi
.... ÇATLAK KİREMİT...