Edison deyince hemen hepimizin aklına elektrik ampulu gelir. Halbuki Edison'un 1093 patenti vardır. Ayrıca, patentli buluşlarının dışında, üzerinde çok çalıştığı fakat bitirmeye ömrünün yetmediği bazı projeleri de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi ölülerin ruhları ile iletişim kurmak için geliştirdiği ''Ruh Telefonu'' projesidir. Belki de Edison bu projeyi hayata geçirmiş bile olabilir. Ama bu projeden pek çoğunuzun haberi yoktur.
Ben de bugünkü yazımda güncel sorunlardan, ve özellikle artık bıktığımız politikadan kurtulup biraz da bilimden bahsedelim istedim. Ve çoğunuzun adını bile hiç duymadığı ruh telefonunun ilginç öyküsünü anlatmaya karar verdim. Fakat kitaplara sığmayacak kadar derin olan bu konuyu okuyucunun anlayabileceği basitliğe indirgemek ve bir köşe yazısına sığdırmak için bayağı uğraştım doğrusu..
Önce Edison'u biraz daha yakından tanımamızda fayda var tabii ki. Fakat şu gerçeği de unutmamalıyız: Edison deyince pek çok kişinin aklına hemen Nikola Tesla da gelmektedir. Hatta hangisinin daha iyi bir mucit olduğu yıllardır tartışılır. Tesla'nın da 112 patentli buluşu vardır. Fakat çok sayıda buluşunun patentini de başkalarına kaptırdığı unutulmamalıdır.
Sonuçta bu bu iki dahi bilim adamının rekabeti ''Buluşlar Çağı''nın oluşmasını sağlayarak bu günkü teknolojinin, ve hatta medeniyetin meydana gelmesine çok büyük bir katkı yapmıştır. Kıskanç bir karaktere sahip olan Edison’un başarılarının bir nedeni de Tesla'yı kıskanarak daha hırsla çalışmasıdır. Ayrıca, bu iki dahi de, zaman zaman beraber de çalışarak, buluşlarında birbirlerinden etkilenmişlerdir. Hatta ruh telefonu da bu çalışma ve çatışmaların bir ürünüdür. Bu yüzden Nikola Tesla'yı da kısaca tanımanızda fayda var.
Önce Edison'dan başlayalım: Thomas Alva Edison 1847 ve 1931 yılları arasında yaşamış ve insanların yaşamını icatlarıyla büyük bir şekilde etkileyen Amerikalı mucit ve bilim adamıdır. Edison elinde bulundurduğu ve onun adını taşıyan Amerikan patentleri ile tarihteki en önemli ve en verimli mucitlerden biri olarak nitelendirilir.
7 yaşında okula başladı; fakat başladıktan 4 ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Bundan sonraki eğitimini evde annesinden aldı. Fakat çok meraklı, çalışkan ve zeki bir çocuk olduğu için kendini çabucak geliştirdi. Mucitliğe meraklı olduğu için ufaktan başlayarak ileride çok sayıda buluşa imza attı.
Edison ticari bir kafaya sahip olduğu için buluşlarında daha ziyade pazar faktörünü ön planda tuttu. Pazarlayabileceği icatlara yöneldi; para getirmeyen konulara girmedi. Bu nedenle başta bu gün dünya devi olan General Elektrik olmak üzere birçok şirketin sahibi oldu.
Edison’un en önemli icatları arasında şunları sayabiliriz: Elektrikte doğru akımı geliştirme, elektrikli flamanlı ampül, fotoğraf makinası, gramofon, karbonlu mikrofon, fonograf, telgrafın geliştirilmesi, alkalin bataryalar, kameranın atası sayılan kinetograf ve dolayısıyla sinema.
Nikola Tesla'ya gelince; 1856'da Hırvatistan'da doğan ve 1943'te bir otel odasında fakirlik içinde ölen Tesla aslen Sırptır. Tarihte kaydedilmiş en önemli dahilerin başında gelmektedir. Sıra dışı bir insandı. Çok önemli bir bilim adamı ve mucittir.
Tesla ilk olarak Avusturya Graz'daki Politeknik Enstitüsü'nde, daha sonra Prag Üniversitesi'nde eğitim gördü. Kariyerine 1881 yılında Budapeşte'deki bir telefon şirketinde elektrik mühendis olarak başladı.
1884 yılında New York'a geldi ve hayranı olduğu Edison ile tanışarak onun şirketinde çalışmaya başladı.
Tesla zaman zaman Edison ile ortak çalışarak; zaman zaman da ondan ayrılıp onunla rekabet ederek birçok buluşa imza atmıştır. Fakat Edison gibi para kazandıracak buluşlarla pek uğraşmamıştır. Ama çok önemli buluşlar yapmıştır. Bunlardan bazılarını sayacak olursak: Elektrikte bugün kullandığımız alternatif akım, uzaktan radyo kontrol, dünya çapında telsiz, iyonosfer çalışmaları, radar, türbinler, radyo frekans alternatörü, uzaktan kumanda ve kozmik ses dalgaları gibi örnekleri verebiliriz.
Tesla uzaktan kumanda sistemini ilk uygulayan kişidir. 1 metrelik bir tekneyi uzaktan kumanda ile yüzdürmüştür. Ayrıca uzaya ses dalgaları gönderen ilk kişidir. Kozmik radyo dalgalarını bularak cisimlerin üzerine bu dalgaları gönderip bir floresan ekran üzerine toplamıştır.
Önemli not: Tesla ile Edisonun akıl savaşlarından adeta meydan savaşı diyebileceğimiz en önemlisi elektrik savaşıdır. Çünkü Tesla kendi buluşu olan alternatif akımı savunurken Edison ısrarla doğru akımı savunmuştur. Diğer savaşlar bunun öncüleri ve artçılarıdır diyebiliriz.
Bu kadar tanıtım ve girişten sonra gelelim şimdi ''Ruh Telefonu'' hikayesine..
Öncelikle şunu söyleyeyim: Bu iki dahi mucit de dindar değildi. Hatta Tesla'nın şu sözleri bu gün bile, özellikle dindarlar, deistler ve ateistler arasında tartışma konusudur. Tesla şunu demiştir: ''Din kitaplarını okuyup anlayanlar ateist olur. Okuyup da anlamayanlar dindar; hem okumayan hem de anlamayanlar ise yobaz olur!''
Yani demem o ki; bu iki dahi mucit din kitaplarındaki öbür dünyaya inandıkları için ruh telefonuna ilgi göstermemiştir. Eğer ruh diye birşey varsa onu biz bulup ispat etmeliyiz diye düşünmüşlerdir. Yani olaya bilimsel yaklaşmışlardır. Burada dayandıkları bilimsel temel Einstein'in ''İzafiyet Teorisi'' ve Lavoisier'in ''Maddenin Sakınımı Kanunu''dur.
Fazla bilimsel laflara girip kafanızı karıştırmadan bunları biraz açalım.
Albert Einstein'in İzafiyet Teorisi adını verdiği Özel Görelilik Kuramı'na göre; ''Cisim, zaman, mekan ve hareket birbirlerinden bağımsız değildir. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafi olaylardır.''
Lavoisier'in Maddenin Sakınımı Kanunu'na göre ise; ''Hiçbir şey yoktan var olmaz; varken de yok olmaz.''
Ayrıca bu iki dahi bu kuram ve kanunun yanında kendilerinden önceki Einstein ve Mark Planc gibi fizikçilerin ileri sürdükleri şu görüşlerini de dikkate almışlardır: ''Gözle direkt olarak görülemeyen ve duyularımızla algılanılamayan bazı şeyler yine de var olabilir ve bunlar bir tür aygıt aracılığıyla ölçülebilir.''
Bu yüzden Edison ve Tesla ruhların da var olabileceğini; eğer varsa mutlaka varlıklarının ispat edilebileceğini ve hatta onlarla iletişime bile geçilebileceğini düşünmüşlerdir. Ruh telefonu fikri de buradan doğmuştur.
Edison'un ruh telefonu fikrini tetikleyen, belki de gaz veren yine Tesla olmuştur. Zira Tesla ölülerin öbür taraftan gelen seslerinin, radyo sinyallerinin sonsuz olması nedeniyle radyo alıcıları aracılığı ile yakalanabileceğini söylüyordu. Hatta Tesla, uzaktaki gezegenlerde yaşayan dünya dışı varlıkların mesajlarını taşıyan radyo dalgalarının doğru frekansa ayarlanmış alıcılar sayesinde yakalanabileceğini de ileri sürüyordu. Nitekim radyo sinyalleri ve kozmik dalgalarla yapmış olduğu deneylerde; alıcılara gelen seslerde yabancı sesler duyduğunu, ama sesler cızırtılı olduğu için anlayamadığını; ve bu seslerin uzaylılardan veya ölülerden gelmiş olabileceğini ifade etmiştir.
Bunları duyan Edison, Tesla'nın ruh telefonunu bulmuş olduğunu düşünerek; ondan evvel bu telefonu piyasaya sürme düşüncesi ile ruh telefonu projesine büyük emek vermiştir. Ömrünün son on yılını bu işe harcamıştır.
Edison'un merak ettiği şuydu: Acaba kişi öldüğünde gerçekten yok mu oluyordu, yoksa bizim normal beş duyumuz aracılığıyla algılayamadığımız başka bir biçime mi aktarılıyordu? Eğer bu ikinci olasılık doğruysa; acaba söz konusu biçimi algılamanın bir yolu bulunabilir miydi?
Edison, insan bilincinin bedenin ölümünün ardından başka bir düzlemde var olmaya devam edip etmediğini bilmemesine rağmen, izafiyet teorisine göre hiçbir şeyin vardan yok olamayacağını dikkate alıyordu. Bu takdirde kütlenin enerjiye dönüşeceğini, enerji de bir paket haline gelecek şekilde bir araya geldiğinde , bir foton (Foton: Hem dalga hem de parçacık özelliği gösteren, kuantum alan teorisine göre hareket eden ışığın temel birimi) akımına karşılık gelen başka bir paket tarafından erişilebilir olabileceğini hesap ediyordu.
Ona göre; fotonlar elektronlara, enerji dalgaları da elektrik yükü değişimlerine çevrilecekti. Onun ''yaşam kümelenmeleri'' olarak adlandırdığı elektron gruplanmaları olan anılar elle tutulur fiziksel dünyadan bağımsız bir varoluşa sahiplerse, onların bireyin ölümünden sonra bir bilinç düzeyinde var olmaya devam etmesi, ve böylece de ölümden sonra erişilebilir olması mümkündü. Burada bilimin yapması gereken, bahsi geçen yaşam kümelenmelerinin belli bir ortamda mevcut olup olmadığını belirleyecek kadar hassas bir makine yapmak, özgünlüklerini tanımlamak için bu kümelerin oluşturduğu gruplanmalar arasında ayrım yapmak, ve ruh telefonunun başında oturan kişinin fotosele bağlı sayaç aracılığı ile bu kümelerin varlığını teyit edebilmesini sağlayacak bir iletişim kanalı kurmaktı.
Bunun için bir makalesinde de; birbirine dolanık olarak düşündüğü elektronların oluşturduğu kümeyi ''yaşam birimleri'' olarak niteliyor, ve bir tür radarla bunların yakalanabilineceğini yazıyordu. Ayrıca, insan benliğinin ölümden sonra tutarlı bir elektron bütünü olarak var olmaya devam ettiğini umduğunu da dile getirmişti.
Sonuçta Edison bir insanın bilincini meydana getiren elektronların bedenin ölümüyle son bulmadığına, var olmaya devam ettiğine ve ölçülebileceğine iyice inanmaya başlamıştı. Ayrıca, izafiyet teorisine göre yaşam birimlerini oluşturan elektron kümelerinin hiçbir zaman yok olmadığını, bunun yerine beden öldükten sonra, tıpkı kovanı tahrip edilen arı sürüleri gibi başka kovanlar arayışına geçtiklerini; hatta farklı kovanlardan gelenlerle birleşerek yeni kovanlar oluşturduklarını; ve bu göç esnasında varlıklarının keşfedilebileceğini düşünüyordu.
Burada benim de bir notum var: Gördüğünüz gibi, Edison ruhun bedenden ayrılışını arıların göçüne benzetiyor. Ben de diyorum ki; eğer Edison'un zamanında cep telefonu olsaydı; Edison bedeni cep telefonuna, ve ruhu da sim karta benzetebilirdi! Öyle ya, telefondan sim kartını çıkardığımızda telefon artık işe yaramaz, yani ölü sayılır. Ama sim kartı başka bir telefona takarsanız o telefon canlanır!
Bu benzetmeyi yaptıktan sonra şimdi gelelim Edison'un yaptığı ilk ruh telefonunu tasarımına ve ilk deneyine..
Edison'un ruh telefonunu bir mühendis olarak tasarlayıp oluşturabilmesi için birkaç kuramı bir araya getirmesi gerekmişti.
İlk olarak onun, gözüyle göremediği ancak var olduğuna inandığı atom-altı madde parçacıklarının birbirine yapışmış gibi hareket etmesi olayına dair düşüncelerini olgunlaştırması gerekiyordu. Bununla alakalı olarak insan bilincinin, anlığın ve kişiliğin özünün, bedenin ölümünün söz konusu parçacıklar arasındaki yapışıklığı ortadan kaldırmayabileceği görüşünü önemsiyordu.
İkinci kuram: Acaba bu madde parçacıkları elektrik yüklü olabilirler miydi? Eğer öyle iseler negatif elektrik taşıyor olmalıydılar..
Üçüncü kuram ise, şu ihtimal üzerine odaklanıyordu: Birbirine yapışık negatif yüklü parçacıklardan oluşan bir küme dar bir foton alanının, yani ışık huzmesinin içinden geçirildiğinde ne olurdu? Bu yapıldığında, parçacıklar foton akışıyla etkileşime girer ve devrenin sonundaki fotoelektrik hücrenin veya sayacın bir tür elektrik yükü saptamasına neden olurdu.
Bunların tümü doğru kabul edildiğinde, dar bir foton alanı oluşturarak elde ettiği ışık hüzmesini bu alandan geçen her şeyi saptayabilecek hücreye odaklayan aygıt yapılarak ideal bir deney gerçekleştirilebilirdi. Böylece Edison, bu hücreye bir tür sayaç takarak elle tutulur verilere sahip olmanın yanı sıra ölçebileceği, varlığını nesnel ve bilimsel olarak kanıtlayabileceği bir şey elde etmiş olacaktı.
İşte tüm bu düşüncelerini hayata geçirip bir ruh makinesi tasarlayan Edison, bu icadının ilk denemesine saygın bilim adamlarının yanı sıra, kendilerine inanmasa da, ne olur ne olmaz diye ünlü medyumları da davet etmişti. Bu bilimsel gösteri bir medyumluk veya ruh çağırma denemesi değildi. Kalabalığın arasındaki bilim adamlar daha gösterinin başından itibaren, bir elektrik akımının hafif uğultusunu duyup önlerindeki tezgahta duran sinema projektörü benzeri aletin birden ışık yaymaya başlayarak, bir fotoelektrik hücresine ince uzun bir ışık huzmesi yansıttığını görmüşlerdi.
Edison, bu ışık hüzmesinin az ötesine bu ışıktaki değişimleri okuyacak bir fotoelektrik hücresi koymuş ve ışığı bu hücreye yöneltmişti. Makine çalıştırılmadan odanın ışıkları söndürüldüğünden izleyicilerin tek görebildiği şey makineden çıkan ışık olmuştu.
Fotoelektrik hücresi de üzerine yansıyan ışığı elektrik akımına dönüştürüyor ve kendisine bağlı bir sayaç sayesinde bu akımın şiddetini gösteriyordu. Dolayısıyla cihazdan çıkan foton ışınının içinden geçen herhangi bir şey fotoelektrik hücresinin ürettiği akımın şiddetinin değişmesine ve sayaçtaki ibrenin oynamasına neden olacaktı.
Deneyin başlamasından itibaren medyumlar da devreye girerek ruh çağırmaya başladılar. Ancak deneyin başlamasının ardından saatler geçmesine rağmen medyumlar hala hiçbir ruhla temas kuramamışlardı. Sayacın ibresinde de hiçbir değişiklik yoktu. Deneyi izleyen bilim adamları, gecenin ilerleyen kısımlarında medyumların yaptığı şeylerin hiçbir işe yaramadığını anlamaya başlamışlardı.
Tabii ki bu ilk deney başarısız olmuştu. Bu başarısızlığın sebebi muhtemelen şu dört şıktan biriydi: 1- Medyumlar ruh çağıramamışlardı. 2- Ölen kişiler yaşam birimleri halinde yaşamaya devam etmiyordu. 3- Odada ruhlar ya da yaşam birimleri vardı; ancak bunlar cihazın ışığının içinden geçmelerine rağmen fotoelektrik hücresinde bir değişime sebep olmamışlardı. 4- Medyumlar ruh çağırmada başarılı olmuştu ve odada ruhlar vardı; ancak ruh telefonunun temel kabulü hatalıydı. Yani ruhların yapısı foton akışını kesecek fiziksel bir maddeyi içermiyordu.
Değerli okuyucular, sanmayın ki bu başarısızlık üzerine Edison pes etti. Edison hiçbir zaman pes edecek bir dahi değildi Ömrünün son on yılını bu işe adadı. Belki de bu telefonu buldu ama açıklayamadan öldü! Çünkü ölümünden sonra varisleri bu konudaki çalışmalarının tüm ürünlerini ya gizlediler veya yok ettiler.
Eğer Edison bu telefonu icat etmiş olsaydı biz bu gün bambaşka bir dünyada olurduk; ölülerimizle ve hatta Edison'un kendisi ile bile konuşabilirdik.
Edison, başta da söylediğim gibi dindar biri değildi. Medyumlara da şarlatan gözüyle bakardı. Fakat yaşlandıkça, bana göre herhalde ölüme yaklaştıkça, öbür dünyaya ilgi göstermeye başlamıştır.
Şu anekdot bu tezi kuvvetlendirmektedir:
Edison, 1931 yılında ölüm yatağında yatarken ailesinden orada olanların anlattığına göre; uzun bir süre bitkin bir şekilde yattıktan sonra komaya girmişti. Onun yanı başında bekleyenler de gittikçe daha yavaş nefes alıp vermeye başlayan Edison'un her an ölebileceğini düşünmüştü. Ancak Edison hayret edilecek bir şekilde, aniden canlanarak yatakta doğrulmuş, gözlerini açmış ve sanki hiçbir rahatsızlığı yokmuş gibi yanındakilere, ümitli bir ses tonuyla, öbür dünyayı gördüğünü ve gördüklerini anlatmıştı.
Öldükten sonra yok olmadığımıza inanarak ölmüştü.
NOT: Değerli okuyucu; görülüyor ki bu yazıyı sonuna kadar sabırla okudunuz. Demek ki siz bilimle pek ilgilenmeyen bir toplumun içinde, bilime ilgi duyan nadir kişilerden birisiniz!. O yüzden sizi tebrik ediyorum!