Varlıklıların pek aklına gelmezken fakir fukaranın fırsat buldukça ''elhamdülillah'' diye şükretmesi öteden beri garibime gider. O yüzden bu gün de bu konunun üstünde durmak istiyorum..

   Bildiğiniz gibi, ''elhamdülillah'' Allah'a şükür anlamında bir dua sözüdür. İçeriğinde Allah'a övgü ve minnet de vardır. Durumundan memnun olanlar memnuniyetlerini ve şükranlarını ifade için bu sözü kullanırlar. Genellikle ''çok şükür'' ile birlikte, ''çok şükür elhamdülillah'' olarak kullanılır. 

   Bu sözü tabii ki sadece Müslümanlar kullanır. Hatta ''Müslümanım elhamdülillah'' diye övünürler. Ben de bu işe şaşarım. Çünkü  petrolden beleş zengin olmuş birkaç ülke hariç, 57 Müslüman ülkede fakirlik, eğitimsizlik ve adaletsizlik kol gezerken bu ülkelerdeki insanların şükretmeleri bana mantıksız gelir. Şükrettiklerine göre demek ki hallerinden memnunlar. O zaman daha fazla refah ve adalet istemelerine de gerek yok. Sizce de bu mantıksız değil mi? 

   Ayrıca, ben şuna inanıyorum: Bir insan bir şeyi çok isterse, ve beyin gücünü ona yoğunlaştırırsa; onun gerçekleşme oranı da yüksek oluyor! İlim henüz bunu ispatlayamadı ama ileride bunu açıklayacağına eminim. 

   Yani, demek istediğim şu ki; eğer fakir, fakirliği kader olarak kabul etmeyip daha fazlasını isteyip, isteklerine yoğunlaşarak gerekli çabayı gösterirse fakirlikten kurtulma olasılığı hayli fazladır. Hele fakirler birleşir, zenginleşecek demokratik ortamı yaratırlarsa bu iş daha kolay olur diye düşünüyorum..Tabii beyinlerini  her yönüyle iyi kullanmaları şartıyla!. 

   Bu arada, ''sallanan uçakta ateist kalmaz!'' aforizması da aklıma gelmiyor değil! Acaba diyorum, fakirler kendilerini güvende hissetmedikleri için mi dine daha çok yöneliyorlar! Çünkü bakıyorum zenginlerin böyle bir korkuları olmadığı için pek dindar görünmüyorlar da..

   Biliyorsunuz yazılarımda konu ile ilgili anekdot veya fıkra kullanmayı severim. Bu seferde bizzat yaşadığım  anekdot ve  fıkralardan yararlanmak istiyorum. 

   

   Üniversite öğrencisi olarak Ankara'da bulunduğum sıralarda, Kızılay'daki Zafer Pasajının üstündeki bir tavukçu lokantasında yemek yiyordum. Tahta masanın üzerine tükenmez kalemle yazılan şu aforizma çok hoşuma gitmişti: ''Fakir tavuk yerse; ya tavuk hastadır, ya fakir hastadır!''

   Tabii günümüzde tavuk, çiftliklerde  çok sayıda ve üstelik hormonlu olarak yetiştirildiği için bu gün fakir yiyeceği haline gelmiştir. Ama o zamanlar zengin sofralarını süslerdi. Zaten 8 - 10 tavuğu olan fakir bunları canının istediği zaman kesip yiyemezdi. Ya tavuk hasta olduğunda ölüp ziyan olmasın diye kesilir; ya da fakir hastalandığında, tavuk eti ve tavuk çorbası hastalığa iyi gelir düşüncesi ile kesilirdi. Bu nedenle yukarıdaki aforizma çok doğruydu!

   Neyse, masada karşıma tipik bir Anadolu evladı oturdu. Bir çorba ve çeyrek ekmek ısmarladı. Tabii o zamanlar ekmeğin fiyatı ayrı hesap ediliyordu. Çorba ekmek gelince, ekmeği çorbaya doğradı ve iştahla yedi..Fakat ekmek çorbaya denk gelmedi.. Bu yüzden bir çeyrek ekmek daha istedi.. Bunu da çorbaya doğradı.. Ve çorbayı bitirdi..

   Sonra ne yaptı bu vatandaş? Karnını uzun uzun sıvazlayıp defalarca ''çok şükür elhamdülillah'' dedi!

   Ben o zaman içimden şöyle dediğimi hatırlıyorum: ''Ulan sen bir çorbaya fit olursan Allah sana neden başka bir şey versin ki!'' Öyle ya; ''ağlamayan çocuğa meme verilmez'' diye bir laf bile var!. 

   

   Birde sevdiğim bir fıkrayı paylaşmak istiyorum.

   Hoca ve Bektaşi, Bey'in sofrasında sohbet ederlerken; Bey Hoca'ya soruyor: ''Hocam, tütün içer misin?'' ''İçmem Beyim.'' ''İçki içer misin?'' ''Haşa!'' ''Peki, karı kızla aran nasıl?'' ''Sümme haşa!''  ''Tamam Hocam, al sana bir altın!''

   Bey bu sefer aynı soruları Bektaşi'ye de soruyor: ''Erenler, sen tütün kullanıyor musun?'' ''Tiryakisiyim Beyim'' ''İçki içiyor musun?'' ''Akşamdan akşama demlenirim!''  ''Peki, senin karı kızla aran nasıl?''  ''Valla Beyim, buldum mu hiç kaçırmam!''  ''Erenler, al sana da on altın!''

   Bey'in Bektaşi'ye on altın verdiğini görünce, Hoca bozuluyor, ve Bey'e,''Beyim, benim gibi dini bütün bir hocaya bir altın veriyorsun da; böyle bir zındığa on altın veriyorsun. Bu Allah'tan reva mıdır?''

   Bunun üzerine Bey Hoca'ya şöyle diyor: ''Hocam, senin bir masrafın yok ki. Altını ne yapacaksın!''  

   Gerçi bu fıkrada Hoca fakir biri değil ama; fakir fakirliğini kader olarak kabul ettiyse; ve daha iyi bir hayat için çaba göstermiyorsa parayı ne yapacak!

   

   Şimdi fakirin neden şükrettiğini nasıl izah edeceğiz? Bunun dinin bir gereği olarak yapıldığı düşünülebilir. Ama dincilerin ve din baronlarının refah içinde yaşadığı göz önüne alınırsa bu tez çöker. Din adına bize Arap kültürünü kakalayan bu insanlar, fakirleri sürekli cennet - cehennem edebiyatı ile oyalayıp kendileri dünya nimetlerinden yararlanmışlardır. Öyle ki, insanlara ''bu dünyada eziyet çeken öbür dünyada cennete gider. Allah sabrınızı sınıyor'' diyerek fakirliğin kader olduğuna inandırmışlardır. Zavallı fakir de öbür dünyada mükafatlandırılacağına inanarak fakirliğinden memnuniyet duyar hale gelmiştir!

   Yine bu din baronları ''şu günah, bu haram, o caiz değildir'' gibi laflarla insanları dünyanın nimetlerinden ve zevklerinden uzaklaştırarak meydanın kendilerine kalmasını sağlamışlardır. Fakirlere de öbür dünya nimetlerini lütfetmişlerdir. 

   Her şeyi de en iyi onlar bilir, onlar yapar! Başkaları bir şeyden anlamaz. Alın size benden bir anekdot daha! 

   

   Dayım vefat etmişti. Cenazesini ertesi gün toprağa vermek üzere hastaneden alıp Çatalağzı'ndaki evine getirdik. Akşam evde kuran okunup dua edildi. Kuranı okuyan hoca dayımın bacanağı idi ve Çaycuma'nın o zamanki en ünlü hocasıydı.

   Okumadan sonra, çay ikramı sırasında dini sohbete başlanmıştı ki; nasıl olduysa hoca konuyu kadınlara getirdi ve bir fıkra anlatmaya başladı. Anlattığı fıkra şu: Kadının biri dokuz defa evlenip boşanmış fakat onuncuya da niyetli. Çünkü talibi var. Kadın çeşmeye su almaya giderken, bunun niyetini bilen çeşme başındaki kadınlar bunu işletmek için güya kendi aralarında konuşurlar. Tabii ki kadının duyabileceği şekilde..Derler ki, ''Müslümanlıkta bir kadın en fazla dokuz defa evlenebilirmiş. Onuncu caiz değilmiş!''

   Bunu duyan kadın telaşlanıp doğru hocaya koşar. ''Hocam, ben dokuz defa evlendim ve boşandım. Şimdi onuncuya niyetliyim. Ama çeşme başında kadınlar konuşurken duydum. Müslümanlıkta bir kadının on defa evlenmesi caiz değilmiş. Bu doğru mu?'' diye hocaya sorar. 

   Sakalını sıvazlayan hoca; ''Kızım, senin kocaların arasında hiç hoca var mıydı?'' diye sorar. Kadın ''yoktu'' cevabını verince; Hoca ne demiş biliyor musunuz?  ''Kızım, o zaman sen daha bakire sayılırsın!''

   

   Bu günlük bu kadar. Hoşça kalın..